Dini Sozluk

Turkiye Turu Dugun Gelenekleri Plajlar Medya ik-eposta Web Sayfasi Yapilir Ankara Tanitim Evlilik Programlari Nostalji ve Anilar Ankara Havuzlar Ankara Tanitim 2 Fenerbahce  ilginc Oteller Burclar istanbul plajlar Otel ilesitim 2 Kpss Testler Kpss Testler 2 Gezici Rehber Gezici Rehber 2 Tuz Golu-Kaybolan Meslekler VOLKSWAGEN 1303 Antik Kentler ik Adresleri Alocular dikkat Memur Haber Firma ik Adresler Anadol STC Ana Sayfa Siyaset Ek Gelir Gezelim Gorelim Bodrum-izmir Antalya-Karisik iller Dini Sozluk 1 Dini Sozluk 2 Ozturkce  Firma listesi Turk Starlar Marka Hikayeleri Kangal  Cesitli Konular TROLEYBUS Gida Teroru Soykirimlar Yerli Araba iletisim Bilgilerim Twitter Takipci israil Boykot Teror Edebsizlik Derin Haber Yolsuzluk Aile  Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Cesitli konular e-bilet Asti Jigolo Servisi



M:
mâ: su.
mâ-i rahmet: rahmet suyu.
mâ-i Zemzem: Zemzem suyu.
maâdin: mâdenler.
maâlî-i ahlâk:yüksek ahlâki değerler.
maaliftihar: iftiharla, sevinerek, şevkle.
maâlim: mâbetler. İbâdethâneler.
maâliyât: insan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikirler ve derin bilgiler.
maalkifâye: yeterli ve kâfi olan.
maâni: mânâlar.
maâni-i cemîle: güzel mânâlar.
maâni-i irşâdiye: irşadla ilgili mânâlar.
maânî-i mukaddese: mukaddes mânâlar.
maânî-i sarîha: açık mânâlar.
maâni-i mukaddese-i muhabbet: mukaddes muhabbetin mânâları.
maarif: tahsil ile elde edilen bilgi, ilim; mahâret, üstadlık, hüner; ma'rifetler, mâruflar, kültürler; eğitim.
maarif-i gâmıza: ince bilgiler, kolay anlaşılmayan ince meseleler, kapalı ve karışık derin bilgiler.
maarif-i hakikiye: gerçek bilgiler.
maarif-i İlâhî: İlâhi bilgiler; dinî tahsil ve kültür.
maarif-i İlâhiye: İlâhî bilgiler.
maâsi: (işlenmemiş) günah ve isyanlar.
maaş-ı cüz'i: az bir maaş.
maatteessüf: üzülerek, üzüntüyle; yazıklar, teessüfler olsun. ne yazık ki...
mâbed: ibâdet edilen yer. Cami, mescid.
mâbeyn: ara, arası.
mâbihi'l-iftihar: kendisiyle iftihar edilen, övünülen.
Mâbud: her şeyin Kendisine ibâdet ettiği ve ibâdete lâyık tek varlık olan Allah.
Mâbud-u Bâkî: sonsuz hayat sahibi ve Kendisine ibâdet edilen Allah.
Mâbud-u Bilhak: gerçek mânâda ibâdete lâyık olan. Allah.
Mâbud-u Cemil-i Zülcelâl: celâl sahibi, sonsuz güzel ve her şeyin kendisine ibâdet ettiği Allah.
Mâbud-u Ezeli:varlığının başlangıcı olmayan, her zaman var olan ve her şeyin kendisine ibâdet ettiği Allah.
Mâbud-u Hakiki: hakiki ibâdet edilecek olan Allah.
Mâbud-u Lâyezâl: hiç zâil olmayan ve kendisine ibâdet edilen Allah.
Mâbud-u Lemyezel: hiç yok olmayan ve bütün mahlukatın kendisine ibâdet ettiği Allah.
Mâbud-u Mutlak: bütün mahlukatın kendisine ibâdet ettiği zât.
Mâbud-u Zülcelâl: celâl sahibi, sonsuz güzel ve her şeyin kendisine ibâdet ettiği Allah.
mâbudiyet: mâbud oluş, ibâdet edilmeye lâyık olma.
mâcun: hamur kıvâmındaki ilâç; hamur gibi yoğrulmuş olan.
madde-i hayvâniye: canlıya ait madde, hayvani madde.
madde-i kesîfe: koyu, sık ve sert madde; şeffaf olmayan madde.
madde-i latife: ışık ve aydınlık veren maddeler.
madde-i mâyia: sıvı madde, akıcı madde.
madde-i nur: nurâni, şeffaf madde.
madde-i seyyâle: akıcı madde.
mâdde-i mâneviye: manevî madde.
maddeperest: maddeci. Maddeyi taparcasına seven.
maddeten: maddi olarak.
maddiyât: madde oluş; var oluş; maddîlik.
maddiyyun: Allah'ı inkâr edenler; maddeciler, materyalistler.
mâdele: adâlet yeri.
mâdele-i ulyâ: adâletin gerçekleştirildiği yüce yer.
mâden: kaynak değerli şeylerin çıkarıldığı ocak; değerli yeraltı ürünleri.
mâden-i desâis: hileler kaynağı.
mâden-i lezzet: lezzetin kaynağı.
mâden-i mânevi: mânevi mâden.
mâden-i nîmet: nîmetin kaynağı, özü.
mâden-i nur: ışık kaynağı
mâden-i şefkat: şefkat kaynağı.
mâdeniyât: mâdenler.
madrub: vurulmuş, dövülmüş.
mâdum: mevcut olmayan, yok olan, yok, ölü.
mâdün: aşağı, alt, alt derece.
mâfihâ: içindekiler.
mağdub: hiddet ve gadaba uğramış.
mağlup: yenilen.
mağrib: akşam.
mağrur: gururlu, kibirli.
mağz: öz, iç.
mâh: ay.
mahal: yer, zemin.
mahall-i garâip: çok acip ve hayret edilecek yerler, bölümler.
mahall-i gark: battığı yer.
mahall-i iman: imânın bulunduğu yer; kalb.
mahall-i ikâmet: ikâmet edilen yer.
mahall-i karar: karar yeri, sâbit ve sâkin olma yeri.
mahall-i maksud: varılmak istenen yer.
mahall-i saadet: mutluluk yeri.
mahall-i taalluk-u kudret: kudret-i İlâhî'nin mahâl ve merkezine dayanan. İlâhî kudretin merkezinden çıkan.
mahall-i vürud: geliş yeri. Varılan nokta.
mahall-i ziyâfet: ziyâfet yeri.
maharet: ustalık, hünerlilik, beceriklilik.
maharet-i sanat: sanattaki ustalık.
mahbub: sevgili, sevilen, muhabbet edilen.
Mahbûb-u Bâki: ölümsüz sevgili olan Allah.
Mahbûb-u Bilhak: gerçek yar ve sevgili.
Mahbûb-u Ezeli: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratıklar tarafından sevilen Allah.
Mahbûb-u Hakiki: gerçek sevgili olan Allah.
mahbûb-u kulüb: kalplerin sevgilisi.
Mahbub-u Lâyezâl: hiç yok olmayan sevgili, ebedi varlık sahibi ve her şey tarafından sevilen Allah.
Mahbûb-u Lâyezâlî: her şeyin kendisine sevgi beslediği yok olmayan Allah.
mahbûb-u lizâtihî: bizzat sevilen; muhabbete lâyık olan.
Mahbûb-u Sermedi:varlığı sonsuz olan ve ebediyyen sonsuz sevgiye lâyık olan Allah.
Mahbûb-u Zülkemâl: sonsuz sevgi ve kemâl sâhibi olan Allah.
mahbûbâne:sevilerek, sevimli tarzda.
mahbûbât:sevilenler.
mahbûbât-ı mecâziye: gerçek sevgiye. lâyık olmadıkları halde sevilenler.
Mahbûbetün lizâtihâ: Zâtı için sevilen.
mahbûbiyet: sevilecek halde bulunmak.
mahdudiyet: sınırlanmış hâl. Hududu çizilmiş.
mahdum: evlât, oğul. Kendisine hizmet edilen. Efendi.
mahdut: sınırlı, sınırlandırılmış.
mahfi: gizli.
mâhir: hünerli, sanatkâr, becerikli.
mâhiyet:bir şeyin aslı, içyüzü, esâsı bir şeyin neden ibaret olduğu, hakîkatı.
mâhiyet-i beşeriye: insanlığın mâhiyeti, gâyesi, vazifesi.
mâhiyet-i câmia: çok mânâları içinde toplayan mâhiyet, kâbiliyet.
mâhiyet-i hakikiye: gerçek mâhiyet. Maddi-mânevi mevcudiyet.
mâhiyet-i hayvâniye: hayvanı gösteren hususiyetler. Hayvani özellikler.
mâhiyet-i insâniye: insan mâhiyeti, esâsı, içyüzü, vasfı, aslı.
mâhiyet-i mâneviye: mânevî mâhiyet, herhangi bir şeyi meydana getiren manevi unsurlar.
mâhiyet-i mücerred: başlıbaşına, alâmet-i farikalı, kendine hâs. Kendi özellikleri.
mâhiyet-i mücerrede-i ruhâniye: her bir varlığın ruhânî, mânevî misâli.
mâhiyet-i nefsü'l-emriye: nefsü'l-emirdeki mâhiyet; işin hakîkatının mâhiyeti.
mâhiyet-i sevap:sevabın mâhiyeti.
mâhiyet-i zâtiye: zâti mâhiyet.
mahkeme-i kübrâ: en büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme. mahkum aleyhinde hüküm verilmiş olan, dâvâyı kaybedip cezâlanan, birisinin hükmü altında bulunan; zorunda olan, katlanan.
mahluk: yaratık, yaratılmış, yoktan var edilmiş olan.
mahlukat: yaratıklar.
mahlukat-ı mezkure: adı geçen yaratıklar.
mahlukıyet: yaratılmışlık, yaratılmış olma.
mahlut: karıştırılmış.
Mahmud: övülen; bütün yaratıkların kendisine hamd ettiği Allah.
mahpus: hapsedilen, hapsedilmiş olan.
mahreç: çıkış yeri, çıkışlı, ses ve harflerin ağızdan çıktığı yer, harfleri doğru ve ağzın çıkması gereken yerlerinden çıkarma.
mahrum: maddi ve mânevi nimetlerden uzak kalma.
mahrumiyet: elde edemeyiş.
mahrutî: konik, koni şeklinde oları; açılmış kurşun kalem ucu gibi olan.
mahsur: sınırlanmış, etrafı çevrilmiş.
mahsus: ayrılmış, tâyin edilmiş yalnız birine ait olan, hususileşmiş. mahsul: ürün.
mahsulat: ürünler, neticeler.
mahsulat-ı mâneviye: mânevi mahsuller, yapılan ibâdetlerin neticeleri.
mahsuldar: verimli, bereketli, mahsul veren.
mahşer: haşir meydanı, Kıyâmetten sonra insanların tekrar dirilip toplandıkları yer.
mahşer-i acâip: hayret verici şeylerin toplandığı yer.
mahşer-i huveynât: küçük hayvancıkların ve mikroorganizmaların toplandığı yer.
mahşerhümâ: mahşeri, insanların yeniden dirildikten sonra toplandığı alanı andıran.
mahşüş: içine girilmiş; buğzedilmiş, karalanmış.
mâhuf: korkulu, tehlikeli.
mahv: Cenâb-ı Allah'ın yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası hükmünde olan işleri.
mahviyet: tevâzu, alçak gönüllülük.
mahviyetkârâne: mütevâzi bir şekilde, alçak gönüllülükle
mahz-ı adâlet: adâletin ta kendisi. Kusursuz, gölgesiz adâlet.
mahz-ı cehâlet: cehâletin ta kendisi.
mahz-ı edebî: edebin tâ kendisi.
mahz-ı emir: sırf emir, sadece emir.
mahz-ı fazl: fazîletin ve iyiliğin tâ kendisi.
mahz-ı hak: hakkın ta kendisi.
mahz-ı hakikat: hakikatin tâ kendisi, tamamen hakîkat, sırf hakîkat.
mahz-ı hikmet: bütünüyle hikmet.
mahz-ı lütuf: iyilik ve ihsanın tâ kendisi.
mahz-ı rahmet: rahmetin tâ. kendisi.
mahz-ı vahy-i Rabbânî: her şeyi terbiye eden Allah'ın vahyinin ta kendisi, sadece Allah'ın vahyi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy.
mahzen: hazine veya. define gibi şeyleri koruyacak yer; erzak yeri; yeraltı.
mahzen-i mu'cizât: mu'cizeler deposu, mu'cizeler mahzeni.
mahzen-i ebedi: sonsuzluk ülkesi, tükenmeyen kaynak.
mahzen-i erzak: rızıklar mahzeni, deposu.
maişet: yaşayış, yaşama, ömür; yaşamak için. lüzumlu bulunan maddeler.
mâide-i semâviye: semâvî sofra.
makam: durulacak yer, rütbeli yer.
makâm-ı âlâ: en yüksek, yüce ve kudsî makam.
makâm-ı âlâ-yı ubudiyet: kulluğun en yüce makâmı.
makâm-ı âli: yüce ve ulvî mâkam.
makâm-ı fahr: en yüksek şeref makâmı.
makâm-ı ifhâm: delille ispatlama yeri.
makâm-ı irşad: irşad makâmı, doğru yolu gösterme yeri.
makâm-ı ispat: isbat yeri.
makâm-ı istimâ: dinleme makâmı.
makâm-ı küllîye: daha geniş ve üstün olan makâm.
makâm-ı lâyık: en münâsip ve lâyık olan yer.
makâm-ı medh: medih makamı, övme yeri.
makâm-ı nübüvvet: peygamberlik makâmı.
makâm-ı Rubûbiyet: idâre ve terbiye edicilik makamı.
makâm-ı tâzim: hürmet makâmı.
makâm-ı terğib: rağbet verdirme yeri, şevklendirme, ümitlendirme makâmı.
makâm-ı terhib: korkutma yeri.
makâm-ı Tevhid: Tevhid makâmı, Tevhidin anlatıldığı yer.
makâm-ı zemm: kötüleme ve ayıplama yeri.
makâmât: makamlar; dereceler.
makâmât-ı âliye: yüce makamlar, yüce mevkîler.
makarr: karar yeri, karargâh, kararlı yer, merkez, pâyitaht.
makarr-ı dâimî: dâimî karar yeri, varlığı devamlı olan başşehir.
makarr-ı ebedi: ebedî karar yeri, merkez.
makarr-ı saltanat: saltanâtın bulunduğu yer; başşehir, pâyitaht.
makâsıd: maksatlar, gayeler.
makâsıd-ı âliye-i kudsiye: mukaddes ve yüce maksatlar.
makâsıd-ı asliye-i Kur'âniye: Kur'ân'ın asıl maksatları.
makâsıd-ı azîme: büyük ve geniş mânâdaki maksad, gâye.
makâsıd-ı İlâhiye: Allah'ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar.
makâsıd-ı Kur'âniye: Kur'ân'ın maksatları.
makâsıd-ı külliye: her şeyi ilgilendiren hayırlı maksatlar.
makâsıd-ı Rububiyet: terbiye ediciliğin maksatları.
makâsıd-ı ulyâ: ulvî gâyeler, yüksek gâye ve maksatlar.
makbul: kabul edilen, beğenilen, geçerli.
makbul-ü melek: meleklerin kabul edip. beğendiği şey.
mâkes:akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, görüntü yeri, ayna.
mâkes-i vahy: vahyin yansıdığı yer, vahye mazhar olan.
mâkes-i nur-u iman: iman nurunun yansıdığı yer.
makis:kıyas, karşılaştırma.
makine-i Rabbâniye: Rabbânî makine.
maksad-ı âlâ:yüce maksat.
maksad-ı esas: asıl maksad. Ana fikir.
maksad-ı irşâdi: doğru yolu göstermeye dair olan maksat.
maksad-ı Kur'ân: Kur'ân'ın maksadı.
maksad-ı külli: bütünün maksadı.
maksat: gaye, ana fikir.
maksud: kastedilen istenen; bütün varlıkların, rızâsına ermeyi ve cemâlini görmeyi arzuladıkları Allah.
maksud-u bizzat: bizzat kastedilen, esas. (asıl) maksat.
maksud-u hakiki: asıl istenen şey.
maktâ: kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
maktul: öldürülen, katledilen.
mâkul:akla uygun, aklın kabul edeceği şey.
mâkuliyet: akla uygun olma.
mâkusen: aksi olarak. Birbirine ters.
mâkusen mütenâsip:ters orantılı.
mâlâyâni: mânâsız, faydasız, boş
mâlâyâniyât:faydasız, boş şeyler veya sözler.
Mâlik: sahip olan, mülk sahibi; her şeyin gerçek sahibi olan Allah sahip.
Mâlik-i Ebedi: her şeyin ebedi sahibi olan Allah.
Mâlik-i Kerîm: bol ihsan ve ikram sahibi olan, her şeyin gerçek sahibi Allah.
Mâlik-i Rahim: çok merhametli ve her şeyin sahibi olan Allah.
Mâlik-i Yevmiddin: âhirette cezâ gününün sahibi.
Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve her şeyin sahibi olan Allah.
Mâlik-i Zülkemâl: sonsuz kemâl ve her şeyin sahibi Allah.
mâlikiyet: mâlik ve sahip olma, sahiplik.
Mâlikü'l-Mülk: bütün mülklerin sâhibi, her şeyin mâliki olan Allah.
Mâlikü'l-Mülk ve'l-Melekût: kâinat ve ruhaniyatın mâliki, sâhibi.
Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâl: büyüklük sahibi ve mülkün mâliki Allah.
Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâl-i Ve'l ikram: celâl ve ikram sahibi ve mülkün mâliki olan Allah.
malul: sebepli, illetli.
maluliyet: bir sebebe, bir hastalığa bağlılık.
malum: bilinen.
malumat: bilgi, bilgiler.
mâlumât-ı sâbıka: geçen bilgiler, geçmişteki malumatlar.
mâlûmiyet: bilinirlik, bilinme.
mâmelek: elinde bulunan şeyler, sahip olduğu şeyler.
mâmur: imar edilmiş, şenlendirilmiş.
mânâ: gözle gördüğümüz âlemin dışındaki mânâ âlemi.
mânâ-i asli: asıl ve gerçek mânâ.
mânâ-i asliye: asıl mânâ ve maksat.
mânâ-i hakiki: gerçek mânâ.
mânâ-i harf: bir şeyin, Yaratıcısıyla birlikte düşünüldüğünde kazandığı mânâ; Arapça'da birlikte kullanıldığı isim ve fiillerle bir mânâ kazanan kelime çeşidi.
mânâ-i irşâdî: irşada âit mânâ.
mânâ-i ismi: bir şeyin Yaratıcısından irtibâtı kesildiğinde, kendi başına ifâde ettiği mânâ.
mânâ-i kerem: ikramlı ve değerli. mânâ.
mânâ-i kinâi: başka bir mânâ için söylenen söz.
mânâ-i kinâiye: kinâyeli mânâsı.
mânâ-i melâike: meleklerin varlığı, meleklere inanmak.
mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçimindeki eski bir savaş âleti.
Mançur: Asya'nın Kuzeydoğusunda yaşayan. bir kavim.
mânen: mânâ îtibâriyle ve mânevî olarak.
mânend: benzer, eş, denk.
manend-i belâbil: bülbüller gibi.
mânevi: mânâya âit, maddi olmayan.
mâneviyât: mânâ âlemine âit olanlar, dinden, imandan ve mukaddesattan gelen kuvvet
mâneviye: mânâya âit, manayla ilgili.
manevra: savaşta, düşmanın gücünü yok etmek için eldeki askeri kuvvetlerin en tesirli bir şekilde düzenlenmesini temin eden bütün hareketler, askerî tatbikat.
mâni: engel.
mânidar: bir mânâ ifade eden, nükteli, ince mânâlı.
manzâr-ı âlâ: en yüce ve kudsi bakış yeri.
manzum: ölçülü ve kâfiyeli sözler, şiir, dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
Manzûme-i Şemsiye: Güneş Sistemi.
manzûme-i rahmet: Allah'ın rahmet sıfatının bir tecellisi olan ve bir şiir gibi düzenli ve çok mânâlar ifâde eden her bir varlık.
maraz: hastalık, illet, dert, belâ.
maraz-ı hayâli: hayalî hastalık.
maraz-ı kalbi: kalbdeki hastalık.
maraz-ı vesvese: şüphe ve tereddüt hastalığı.
mârık: dinsiz.
mürted: Hak. dinden çıkan.
mârifet: bilme; Allah'ı isim ve sıfatları ve bunların tecellîleri ile bilmek, tanımak.
mârifet-i İlahiye: Allah'ı ilim ve fenlerle tanıma, bilme.
Marifetullah: Allah'ı bilme; isim ve sıfatlarıyla tanıma, yaratıkları ve Kur'ânî hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-u İlâhi ile kalbî inkişaf ve basîrete sahip olmak.
mâruf: bilinen; bütün mahlukat tarafından bilinip tanınan Allah.
mâruz: bir şeyin karşısında ve tesiri altında bulunan, uğrama.
mâruz-u tagayyür: değişen, başkalaşmaya ve değişmeye maruz.
mani: râzı olunan şeyler.
marzî-i İlâhi: Allah'ın rızâsına uygun işler.
maniyât: râzı olunacak şeyler, Allah'ın istek ve emirleri; arzular, istekler.
marziyat-ı İlahiye: Allah'ın rızâsı ve insanlardan istekleri.
masârif: masraflar.
maserifât: masraflar, harcamalar.
masdar: fiil kökü-yazmak, okumak, görmek gibi; kaynak, bir şeyin çıktığı yer.
masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar; merre, kerre, darbe, lem'a gibi "Fa'le" vezninden gelen masdarlardır.
masdariyet: kaynaklık.
masduk: tasdik edilmiş.
mâsivâ: Cenâb-ı Hakkın dışındaki yaratıklar.
mâsiyet: itaatsızlık, isyan, günah.
maskara: eğlendirici ve güldürücü.
maskaraâlud: maskara gibi, maskaraca.
maslahat: iş; mesele; sulh yolu; fayda, maksat, keyfiyet.
maslahat-ı beşeriye: insanın faydasına olan şeyler; insana faydalı yönde.
maslahat-ı irşad-ı umumi: herkese doğru yolu göstermenin gerektirdiği hikmet.
masnû: sanatla yapılmış eşya, varlık.
masnû-u münevver: nurlandırılmış, ışıklandırılmış sanat.
masnûât: sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar.
masnûât-ı cemle: çok güzel ve san'atlı yaratıklar.
masnûât-ı fâniye: gelip geçici san'atlı yaratıklar.
masnûât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Hakkın mükemmel bir sanâtla vücuda getirdikleri.
masnûât-ı muntazam: intizamlı ve san'atlı olan varlıklar.
masnûât-ı sağire: küçük san'atlı yaratıklar.
masnûât-ı sayfiye: yazın yaratılan sanatlı yaratıklar.
masraf: harcama.
mâsum: günahı, kötülüğü olmayan, suçsuz.
mâsumâne: günahsızca, suçsuz olarak.
mâsumiyet: suçsuzluk.
Mâşallah: Allah dilediğini yapar. Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış; Allah korusun, Allah saklasın meâlinde duâdır.
maşrık: güneşin doğacağı cihet, gündoğusu,doğu.
maşrık-ı nur: nurun kaynağı. Nurun doğduğu, geldiği yer.
mâşuk: aşkla sevilen, sevgili.
Mâşuk-u Lâyezâli: kendisine âşık olunan ve hiç yok olmayan ebedî zât. Allah.
mâşuk-u mecâzi: fânî mâşuklar gerçek sevgiye lâyık olmadığı halde aşık olunan şeyler.
mat'(mât:yiyecekler, yemekler, taamlar.
matba': matbaa. baskı yapılan.
matbah: mutfak.
matbaha-i kudret: kudret mutfağı.
matbaha-i mu'ciznümâ: mu'cize gösteren mutfak.
matbaha-i rahmet: rahmet mutfağı.
matbu:tâbedilmiş, basılmış
mâtemhâne-i umumi: herkesin ağlayıp, yas tuttuğu yer.
materyalist: maddeci. her şeyin esasının madde olduğunu ileri sürerek, mâneviyâtı ve ruhu inkar eden dinsizler.
matlâ: güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer; yıldız veya güneşin zuhur etmesi.
matlab: istek, istenilen şey.
matlub: istenen, talep edilen.
matlubât: istekler.
malmah-ı cihâni: cihanın beklediği ve çok arzuladığı şey.
matrud: tard edilmiş, kovulmuş.
Mâtüridi: itikâdi bir mezhebin adı. Amelde Hanefi olanlar itikadda Maturidi mezhebindendir. Ehl-i Sünnet itikâdına muhalif görüşleri, eserleriyle reddediyor.
matvî:dürülmüş, bükülü, kıvrılmış.
mavzer: Mavzer adında bir Alman'ın, yaptığı çaplı harp tüfeği.
mâye: asıl, esas; maya.
mâye-i ibret: ibret aynası, ibret levhası.
mâyi: sıvı.
mazarrât: zararlar. Zarar veren unsurlar.
mazarrât-ı mevhume: gerçeği bilinmeyen, ihtimal ve hayal dâhilindeki zararlar.
mazhar: sahip olma, nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma ve görünme yeri.
mazhar-ı câmi:. umumi ve geniş mânâ ve tecelliyata mazhar olma, içinde bulundurma, onların mâkesi olma.
mazhar-ı hitap: hitaba mazhar olan.
mazhar-ı ilham: ilhamın ortaya çıktığı yer.
mazhar-ı tahavvülât: değişikliklere uğramak.
mazhariyet-i azime: büyük mazhariyet
mazhariyet-i esmâ: Cenâb-ı Hakkın isimlerini görüntüleyen yer olma.
mazhariyet-i münkeşife: en gelişmiş ayna oluş, en mükemmel gösterici oluş, dâima gelişen mazhariyet.
mazhariyet: sahip ve nâil olma, elde etme, başarı; bir şeyin göründüğü yer oluş.
mâzi: geçmiş zaman; geçen, geçmiş olan.
mâziyât: geçmişler, geçen zamanlar,. geçmişe âit şeyler.
mazlum: zulme uğrayan.
mazmun: meâl, mefhum, sanatlı sözler.
mazruf: zarflanan, sarılıp muhâfaza edilen.
mâzur: özür.
me'haz: bir şeyin aslının alındığı yer, kaynak, menbâ.
me'lüf: alışılmış, ülfet edilmiş.
me'mül: ümit edilen, arzu edilen
me'mum: imama uyan kimse. Cemaat.
me'nüs: dost, tanıdık, cana yakın
me'yus: ümitsiz, kederli.
me'yusâne: ümitsizce, ümitsiz bir şekilde.
me'yusiyet: ümitsizlik.
meâl: bir şeyin kısaca mânâsı, anlamı, bir şeyin kısa ve eksik mânâsı.
meâl-i icmâli: kısaca mânâ.
meâl-i icmâliye: özet olarak, hülâseten.
meâl-i şerit: şerefli mânâ.
meâyib: ayıplar, kusurlar.
mebâdi: tohum, başlangıç ve. çekirdekler.
mebâhis: bahis olunanlar, konular.
mebâdi-i zarûriye: temeldeki zaruret, ön şart.
mebâhis-i esasiye: temel konular.
mebâhis-i külliye: büyük, geniş ve çok şeyle ilgili konular.
mebde: başlangıç baş taraf başlama, kaynak, kök, temel, esas.
mebde-i evvel: başlangıçtaki. İlk önce.
mebde-i hareket: ilk hareket, harekete başlangıç.
mebde-i hayat: hayatın başlangıcı.
mebde-i hilkat: yaratılışın başlangıcı.
mebde-i vahdet: Allah'ın birliğini gösteren asıl kaynak, ilk basamak.
mebhas: konu, mevzu, kısım, bahis, fasıl, bir meseleye âit söz.
mebus: Allah tarafından gönderilmiş olan, gönderilen.
mebzul: bolca bulunma.
mebzuliyet: ucuzluk, bolluk.
mecâl: derman, kuvvet, inkâr.
mecâz: benzetme. Dolayısıyla ve benzetme ile isimlendirme.
mecâzî: hakiki olmayan, (edebiyatta)| hakikî mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak.
mecâzi merhamet: hakîkî olmayan, yapmacık merhamet.
mecburiyet: zorunluluk.
mechure: açıktan ve yüksek sesle okunan harfler| Zı, lâm, kâf, vav, ra, bâ, dad, hemze zel gayın ze, elif, cim, nun, dal, mim, tı, yâ, ayın.
meclis-i âli-i misâli: yüksek bir meclise benzer.
meclis-i azim: büyük bir meclis.
meclis-i halvet: halvet meclisi, yalnızlık meclisi.
meclis-i ihvan: kardeşler meclisi. Kardeş topluluğu.
meclis-i imtihan: imtihan yeri olan şu dünya.
meclis-i münevver: nurlu meclis.
meclis-i Nebevi: Peygamberimizin (a. s. m. ) oturduğu yer.
meclûb: kapılmış, âşık, tutkun.
mecma-ı ahbap: dostların toplandığı yer.
mecmü-ı âher: ikinci toplanma. Âhiret. İkinci hayat.
mecmü-ı âli: yüce toplanma yeri.
mecmâ-ı ekber: en büyük toplanma yeri; âhiret.
mecmâ-ı enbiyâ: peygamberlerin toplandığı yer.
mecmü-ı hakâik: gerçeklerin toplandığı
mecmü: bütün, tamam, toplam.
mecmü-u âlem: bütün âlem, âlemin tamamı, kâinatın hepsi.
mecmü-u Kur'ân: Kur'ân'ın tamamı.
mecmü-u vahşet: vahşet ve yabaniliğin tamamı.
mecmü-u ziyâ: ışığın toplamı, ışığın hepsi.
mecmua: toplanıp biriktirilmiş, düzenlenmiş şeylerin hepsi; seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap; koleksiyon.
mecmua-i desâtir: kânunlar mecmuası. Prensipler katalogu.
mecmua-i kâinat: bir mecmua gibi mânâlar ifâde eden kâinât.
mecmua-i kavânîn: Kânunlar topluluğu. Kânun kitabı.
mecnun: cinnet getirmiş, deli.
mecrâ: suyun aktığı yol, kanal.
Mecusi: ateşe tapan; ateşperest.
meczub: başkasının tesiriyle hareket hâlinde olan; cezbedilmiş, aklı gitmiş olan, Allah aşkıyla kendinden geçmiş, deli, divâne, mecnun.
meçhul: tam bilinmeyen,. belli olmayan, gizli.
medâr: sebep, vesile, yörünge, bir şeyin etrafında dolaşırken çizdikleri daire; yörünge.
medâr-ı bahs: bahsetmeye sebep,
medâr-ı envar: nurlanma yeri, yaşama imkânı.
medar-ı fahr: övünme sebebi.
medâr-ı fayda: faydaya sebep.
medâr-ı hayat: hayat sebebi.
medâr-ı ibret: ibret sebebi.
medâr-ı iftihar: iftihar sebebi, övünme sebebi.
medâr-ı istifâde:faydalanmaya vesile.
medâr-ı kemâl: olgunluk vesilesi.
medâr-ı kıymet: kıymet veren, kıymet kazandıran.
medâr-ı maişet: geçim sebebi, geçim vâsıtası.
medâr-ı nazar: göz önünde bulundurulması gereken, asıl nazarda olan.
medâr-ı senevi: dünyanın güneş etrafında dönerken çizdiği farazi dâire, bir yıllık dâire, yörünge.
medâr-ı sevap: hayırlar, faydalar, mükâfat.
medâr-ı sıdk ve kizb: doğru ve yalana yamama, hamletme.
medâr-ı şeâmet: uğursuzluk sebebi.
medâr-ı taayyüş: yaşama tarzı, geçinme şekli.
medâr-ı teklif: teklif sebebi.
medârı tenkit: tenkide sebep olan, tenkid sebebi.
medârı zevk: zevk alma imkânı, vesilesi.
medâr-ı zuhur: olmaya ve. çıkmaya sebep.
medâyih: medhe, övgüye lâyık iş ve hareketler.
medâyih-i bâhire:sonsuz meth ü sena. Sonsuz övgü.
medeni:faziletli, terbiyeli, kibar; şehirde oturan.
medeniyet: sosyal meselelerde, ilim, fen ve sanatta daha tekâmül etmiş gelişmiş cemiyet.
medeniyet-i Avrupa: Avrupa'nın sefih medeniyeti.
medeniyet-i beşeriye: insanlığın medeniyeti, insanların ilim ve teknikte. ilerlemesi.
medeniyet-i habise: pis, çirkin ve kötü medeniyet.
medeniyet-i hâzıra:şimdiki medeniyet.
medeniyet-i sefîhe: zevk ve eğlenceye sevk edici medeniyet, sırf nefsi ve hevesi için lüzumsuz yere para sarfetmeye sebep olan medeniyet.
medet: inâyet, yardım, imdat.
medetkâr: meded eden, yardımcı.
medh (medih): övme.
medh ü senâ: medhedip övmek.
medine-i medeniyet-i insâniye: insanın medeniyet şehri.
medrese: İslâm tarihi boyunca üniversite seviyesinde eğitim yapılan müessese.
medyun: borçlu.
mefâhir: iftihar edilecek, övünülecek şeyler.
mefâhir-i İrâni: İranlılar'ın ettikleri iftiharlar.
mefhar: kendisiyle övünülen, iftihar edilen.
mefhum-u muhâlif:bir sözde bizzat kastedilen mânânın tersinden anlaşılan.
mefhum-u muvâfık: doğrudan anlaşılan mânâ.
mefkure: gâye, gâye olan şey, ideâl.
mefkut: kaybolmuş. Gayr-ı mevcut.
meftun: âşık, aşırı bir sevgiyle bağlanmış, tutkun, fitne ve belâya tutulmuş olan.
mehâfetullah: Allah korkusu.
mehâric-i huruf: ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.
mehâsin: güzellikler, iyilikler, iyi ahlâklar, insana verilen hüsün ve cemâl.
mehâsin-i ahlâk: ahlâki güzellikler.
mehâsin-i ahlâkiye: ahlâk ve huy güzelliği.
mehâsin-i kesire: pek çok ihsanât. Pek çok güzellikler.
mehâsin-i maddiye: kâinatta görünen maddi güzellikler.
mehâsin-i mâneviye: mânevi ve görünmeyen güzellikler.
mehâsin-i medeniyet: medeniyet nîmetleri, güzellikleri.
mehâsin-i Rubûbiyet: terbiye ediciliğin güzellikleri.
mehâsin-i saltanat: saltanat-ı İlâhiyenin güzellikleri.
mehâsin-i sanat: sanat güzellikleri.
mehaz: bir şeyin aslının alındığı yer, kaynak, menbâ.
Mehdi: hidâyete eren veya hidâyete vesile olan; âhir zamanda gelip bütün Müslümanları îman ve Kur'ân hakikatlarını anlatan eserleriyle uyandıracak, dinlerini takviye ve imanlarını yenileyecek olan Peygamberimizin (a. s. m. ) soyundan geleceği rivâyet edilen zattır.
mehmüse: gizli, gizlenmiş; gizli okunan harfler, fısıltı ile okunan harfler| Fe Sin, Kef, Te, Şın, Hı, Sad, Hâ; Se, He.
mekâdir: miktarlar, ölçüler.
mekân: yer.
mekân-ı arz: yeryüzü.
mekân-ı muayyen: belirli yer.
mekik: nakış dokumada kullanılan. bir âlet.
mekr-i İlâhi: Allah'ın hilesi, oyunu, düzeni.
mekreme: ikrâmın yapıldığı yer.
mekreme-i uzmâ: en büyük ikram ve ihsan yeri.
mekruh: istenmeyen, hoş karşılanmayan.
mekteb-i âli: yüksek okul. Üniversite.
mektub-u hakâiknüma: gerçekleri gösteren. mektup.
mektub-u Rahmâni: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi bol rızık veren, Allah'a âit mektup.
mektubât: mektuplar, yazılanlar.
mektubat-ı Sâmedâniye: her biri Cenâb-ı Hakkın birer mektubu olan, yada Onun isim ve sıfatlarını anlatan varlıklar.
mektubât-ı Rabbâniye: her şeyi terbiye eden Allah'ın yarattığı ve her biri bir mektup gibi mânâlar ifâde eden varlıklar.
mektubat-ı Samedâniye: her şey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a âit ve her biri birer mektup gibi mânâlar ifâde eden yaratıklar
mel'abe-i hevesât: his, heves ve duyguların oyuncağı.
mel'un: lânetlenmiş, kötülenmiş; Şeytan.
melâik: melekler.
melâike: melekler.
melâike-i arziye: dünyadaki işlerle vazifeli melekler.
melâike-i izam: büyük melekler.
melâike-i mukarrebîn: mânen Cenâb-ı Allah'a yakınlaşmış melekler.
melâike-i müekkel: vekil tâyin edilen melekler.
melâikemisâl: melekler gibi.
melâiketullah: Allah'ın melekleri.
melce: sığınılacak yer.
melek-i ilham: insanlara iyi şeyler yapmayı ve kötü şeyleri yapmamayı ilham eden melek.
melek-i müekkel: vekil tâyin edilen melek.
melek-i natık: konuşan melek.
meleke: birşeyi çok defa tekrarlayarak ve tecrübe ederek meydana gelen bilgi ve maharet.
meleke-i ameliye: iş yapma alışkanlığı.
meleke-i sanat: sanat mahareti, bilgisi, alışkanlığı.
meleki: meleğe mensup, meleğe âit ve onunla ilgili, paklık, temizlik, günahsızlık.
meleksimâ: melek yüzlü. Güzel ve masum çehreli.
melekût: tam bir hâkimiyetle,. Saltanatı İlâhiyenin müessiriyeti ve idâresinin esrârı; her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsip ruhu, canı, hakikatı' bir şeyin içyüzü iç ciheti hükümdârlık, sultanlık; ruhlar alemi.
melekûtiyet: melekutluk, melekut oluş.
melekûtiyet-i eşya: her eşyanın kendi mertebesinde olması. Her eşyanın kendine münasip ruha, canı ve hakikatı olması.
melekü'l-bihar: denizlere nezâret eden melek.
melekü'l-cibâl: dağlara nezâret eden melek.
melekü'l-emtâr: yağmurla vazifeli melek.
melfuz: telâffuz olunmuş, okunmuş olan; söylenmiş, ağızdan çıkan söz.
melik: hükümdar, sultan, padişah.
Melik-i Kadir: her şeye gücü yeten ve her şeyin sahibi olan Allah.
memat: ölüm.
memduh: övülen, övülmüş.
memerr: geçilecek yer.
memluk: köle, kul, esir; bende, hizmetkâr, Allah'a âit olan.
memnu:men'edilmiş, yasaklanmış.
memsuh: sûreti daha çirkin hâle sokulmuş.
memur-u İlâhi: Allah'ın memuru, Onun emriyle hareket eden.
memur-u mahsus:özel memur, birisine âit olan memur.
memur-u musahhar: tam tamına emre itaat eden memur, emre verilmiş vazifeli.
memur-u muvazzaf: vazifeli memur.
memurin-i İlâhiye: Allah'ın emriyle hareket eden memurlar.
memuriyet: emir altında oluş. emir ile hareket, memurluk.
memzüc:bitişik; karışık, karışmış.
men':yasak etme, yasaklama, engelleme.
menâbî: menbâ, kaynak.
menâbî-i aşere: on kaynak, on bürhan ve dayanak. On delil.
menâbi-i külliye: umumî, genel ve geniş kaynaklar..
menâfi: menfaatler, yardımlar.
menâfi-i umûmiye: genel menfaatler.
menâfiz: menfezler, nüfuz edecek delik,. pencere, ağız, yarık, girilecek yer.
menâhic-i hükemâ: bilgin ve filozofların metodları.
menâzır-ı sermediye: ebedî manzaralar.
menâzil-i latife: güzel ve hoş menziller.
menbâ: kaynak; bir şeyin çıktığı yer.
menbâ-ı edep: edebin kaynağı.
menbâ-ı envar: nurların kaynağı.
menbâ-ı hakâik:gerçeklerin kaynağı.
menba-ı hayat: hayatin ana unsuru. Hayat kaynağı.
menbâ-ı hurâfât: hurâfeler kaynağı.
menbâ-ı kemâlât: kemâlât kaynağı.
menbâ-ı vahdet: birlik kaynağı.
menfaat: fayda.
menfaat-i hasîse: ufak ve değersiz menfaat.
menfaat-i ibâdullah: Allah'ın kullarının menfaati.
menfaat-i kavmiye: milletin menfaati.
menfaat-i nefsiye: nefsî menfaat.
menfaat-i şahsiye: şahsi menfaat.
menfaatperest:menfaatini seven, kendi çıkarını düşünen.
menfez: delik, açıklık, aralık, çatlak.
menfî:bir şeyin olması istenmeyen ciheti, nefy edilmiş nâkıs, negatif, müspetin zıddı, olumsuz.
menfur: nefred edilen.
menhus: uğursuz, kötü.
menkul: nakledilen, anlatılan.
menkulât:nakledilenler, söylenenler
mensuc: dokunan, dokuma.
mensucât: dokunan şeyler, dökümanlar.
mensucât-ı amel: işlenen fiil ve ameller.
mensucât-ı ebediye: ebedî dokumalar.
mensucât-ı Rabbâniye: Rabbânî dokumalar.
mensucât-ı sanat: san'at dokumaları.
mensuh: hükmü kaldırılmış,. hükümsüz kalmış, nesholmuş.
menşe: kaynak, kök, bir şeyin çıktığı yer.
menşe-i hayat: hayat kaynağı.
menşe-i mu'cizat: Cenâb-ı Hak'ka ait mucizelerin kaynağı.
menşur: neşrolunmuş, yayınlanmış, dağıtılmış, yayılmış, herkese ilân edilmiş.
menzil: konak yeri; ev, oda, yer, mekân, durak.
menzil-i dünya: dünya konak yeri.
menzil-i naz: nazlı yer, nazenin menzil.
menzilgâh: konak yeri. Kalınan yer.
merakâver: merak verici, düşündürücü.
merâkib: binekler.
merâm: maksat, niyet, arzu, istek, içten tasarlanan.
merâtib: mertebeler, dereceler.
merâtib-i delâlet: sözün mânayı gösterme mertebeleri.
merâtib-i esmâ: isimlerin mertebe ve dereceleri.
merâtib-i hâlıkıyet: yaratıcılığın mertebeleri, tabakaları.
merâtib-i ihsan: ihsan-ı İlâhî'nin dereceleri
merâtib-i kemâlât: yükselme, yücelme yolu. Kemâlatta ilerleme.
merâtib-i kibriyâ: büyüklük mertebeleri.
merâtib-i külliye: küllî mertebeler. Pek çok derece.
merâtib-i külliye-i esmâiye: isimlerin külli mertebeleri. Allah'ın isimlerinin külli ve umumi mertebeleri.
merâtib-i külliye-i Rubûbiyet: Rablığın büyük ve geniş mertebeleri.
merâtib-i külliyet: bütünlük ve umumîlik mertebeleri.
merâtib-i muhabbet: sevginin dereceleri.
merâtib-i münkeşife-i meşhude: görünen, açılıp genişleyen mertebeler.
merâtib-i Tevhid: tevhid-i İlâhi'nin mertebe ve dereceleri.
merâyâ: aynalar.
merâyâ-i esmâ-i ilâhiye: Allah'ın isimlerinin tecelli ettiği aynalar.
merâyâ-i mevcudat: aynanın ışığı aksettirdiği gibi, üzerlerinde Allah'ın isimleri tecelli eden varlıklar.
merâyâ-i nazife: temiz aynalar.
merâyâ-i Sübhâniye: eksikliklerden uzak olan Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarını gösteren aynalar.
merbut: rabt edilmiş, bağlı, mensup, ekli.
mercan: çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde. olup süs eşyalarında kullanılır.
merci: merkez, kaynak, başvurulacak yer, dönülecek yer.
merciiyet: merkezilik, kaynak olan yer, çıkış yeri.
mercuh: başkası ona tercih edilmiş olan.
merdâne: mertçesine; er kişiye yakışır sûrette.
merdut: reddedilmiş.
mergub: rağbet edilen, istenen, aranan, arzu edilen; bütün mahlukatın kendisinin rızâsını istediği Allah.
merhamet: acımak, şefkat göstermek; korumak, iyilik etmek; esirgemek.
merhamet-i İlâhiye: Allah'ın merhameti.
merhameten: merhamet olarak.
merhametkâr: merhametli, merhamet eden, acıyan.
merhametkârâne: acıyarak.
merhem: deriye, yaraya sürülen ilâç, pomat.
merhum: ölmüş, rahmete kavuşmuş.
merkep: binek.
merkez: bir şeyin ortası, bir şeyin en işlek yeri.
merkez-i faaliyet: faaliyet merkezi.
merkez-i İslâmiyet: İslâmiyet merkezi.
merkez-i saltanat: saltanat merkezi.
merkez-i tasarruf: idare, terbiye ve tasarruf dâiresi, merkezi, makamı.
merkezi: merkeze mensup, merkezde bulunan.
merkeziyet: merkezlik, merkez oluş, merkezden programlama.
mert: erkek; yiğit, haysiyetli, yüce huylu.
mertebe: derece, mevki, makam.
mertebe-i âliye: yüce mertebe.
mertebe-i aslî: asıl mertebe.
mertebe-i asliye: asli mertebe, derece.
mertebe-i âzam: en büyük mertebe.
mertebe-i emânet-i kübrâ: en büyük emânet olan Allah'a kulluk mertebesi. (bak. emânet-i kübrâ).
mertebe-i feyz-i vücud: bir mevcudun en feyizli ve verimli hâle gelmesi. Eşyanın kemâl noktasına gelmesi.
mertebe-i haşir: haşrin mertebe ve dereceleri.
mertebe-i hayat: hayat mertebesi.
mertebe-i hayatiye: hayatın dereceleri.
mertebe-i ismet: günahsızlık mertebesi.
mertebe-i istinbat: yüksek ve gizli mânevî mertebe.
mertebe-i kübrâ: en büyük mertebe.
mertebe-i külliye: büyük, umumî ve geniş. mertebe.
mertebe-i külliye-i ubudiyet: kulluğun geniş, umumi ve büyük mertebesi.
mertebe-i letâfet: güzelliğin dereceleri.
mertebe-i Rubûbiyet: terbiye edicilik mertebesi.
mertebe-i şuhud: görme derecesi.
mertebe-i tefekkür: tefekkürün dereceleri.
mertebe-i Tevhid: tevhid mertebesi.
mertebe-i ulyâ: en yüce mertebe. Mi'rac mertebesi.
mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe
merzukıyet: rızıklanmaklık, rızıklanış, nimetlenme.
mesâbe: derece, menzile, rütbe, sevap yeri.
mesâfe: uzaklık.
mesâfe-i azîme: büyük uzaklık, büyük ara.
mesâib: musibetler, felâketler, (geçmiş) sıkıntılar.
mesâil: meseleler.
mesâil-i azîme: büyük meseleler.
mesâil-i dakika:çok ince, dakik ve özel meseleler.
mesâil-i fer'iye: esâsa âit olmayıp teferruata dâir olan meseleler.
mesâil-i imâniye: îmânî meseleler.
mesâil-i İslâmiye: İslâmî meseleler.
mesâil-i kevniye:oluşla. yaratılışla ilgili meseleler.
mesâil-i Kur'âniye: Kur'ân'ın meseleleri.
mesâil-i yakiniye: inandırıcı misâller.
mesaj: haber.
mesâk: bir şey ileri sürmek, sevkedilecek yer.
mesâlih: maslahatlar, işler, faydalar, maksatlar.
mesâlih-i beden:vücuda ait faydalar.
mesâlih-i hayat: hayatın maslahatları, faydaları.
mesâlih-i hayatiye: hayata âit faydalar, maslahatlar.
mescid: Allah'a secde edilen yer, namaz kılınan yer, câmi.
Mescid-i Aksâ: Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (a. s. ) yaptırdıkları mâbed
mescid-Azam:en büyük mescid.
Mescid-i Haram: Mekke-i Mükerreme'de ve için Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibâdet yeri.
mescid-i kebir: büyük mescid.
mescid-i kebir-i âlem: büyük âlem mescidi.
mescid-i seyyar: seyyar bir mescid.
mesel: bir umumi kâideye delâlet eden meşhur söz, atasözü, ibretli ve küçük hikâye, benzer.
mesele: düşünülüp halledilecek iş ve husus, ehemmiyetli iş; problem.
mesele-i gâmıza: anlaşılması zor olan mesele.
mesele-i içtihâdiye: içtihâda ât mesele.
mesele-i mühimme: önemli mesele.
mesele-i nakliye: naklî mesele, insanların birbirine anlatmaları suretiyle bilinen mesele.
mesh: sureti değiştirmek. Silmek.
mesir: seyredilecek, gezilecek yer.
mesîregâh: mesire, gezinti yeri.
mesil: benzer, misil, gibi.
mesken:. konut, kalınan, oturulan yer, tutulan yol.
mesken-i seyyar: gezici, hareketli olan oturma yeri.
meslek: yol, usul, gidiş, mâneviyatta tutulan yol.
meslek-i felsefe: felsefe bataklığı. Felsefe yolu.
meslek-i imâniye: îman mesleği, iman yolu.
meslek-i Tevhid: tevhid yolu.
mesmuât: duyulanlar, işitilenler.
mesned: dayanak.
mesnevi: beyitler halinde ikilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume.
Mesnevi-i Şerif: Mevlânâ'nın her beyti kendi aralarında kafiyeli olan, dinî ve ahlaki nasihatlar bulunan Farsça eseri.
mesrur: sevinçli, sürurlu.
mesrurâne: sevinçli bir şekilde.
mesruriyet: sevinçlik. Dilediğine ermişlik.
mesruriyet-i kudsiye: mukaddes meram. Mukaddes dileklere ermişlik.
mess-i nisvan: kadına temâs, erkeklerin herhangi bir şekilde kadınların vücuduna temâsı.
mest: haz duyarak kendinden geçmek.
mesudâne: mutluca, mutlu olarak geçen.
mesudiyet: mutluluk.
mesul: sorumlu.
mesuliyet: sorumluluk.
mesuliyet-i mâneviye: manevi mesuliyet.
mesut: saadete ermiş, mutlu.
meş'um: uğursuz, kötü.
meşâgil: işler, meşguliyetler ve çalışmalar.
meşâgil-i dünyeviye: dünya meşguliyetleri, dünyayla ilgili işler.
meşâhir: meşhurlar.
meşâhir-i insâniye: insanların meşhurları.
meşâiyyun: vahye tâbiî olmayıp, sadece akla itimad ile şirk ve dinsizlik yoluna gidenler.
meşakkat: zahmet, sıkıntı, güçlük, zorluk.
meşârib: meşrebler.
meşârib-i evliyâ: evliya olan kimselerin meşrebleri, hizmet tarzları meslekleri.
meşegâh: meşelik.
meşgale: iş, meşguliyet.
meşher: sergi, teşhir yeri.
meşher-i acâip: şaşırtıcı ve hayret verici şeylerin bulunduğu sergi.
meşher-i âzam: büyük ve geniş sergi, en büyük teşhir yeri.
meşher-i âzam-ı kâinat: kâinatın en büyük sergisi.
meşher-i eşya: eşyaların sergilendiği yer.
meşher-i sanat: sanat eserlerinin teşhir edildiği yer; sanat galerisi.
meşher-i sanat-ı İlâhiye: İlâhî san'atın teşhir yeri.
meşhergâh-ı arz: yeryüzü sergisi.
meşhergâh-ı sanat: sanat dergisi.
meşhudât: görülenler, seyredilenler, bazı evliyanın keşfen gördüğü hakîkatlar.
meşhudiyet: görünürlük, görünür olma.
meşhur: ünlü, bilinen.
meşiet: dileme, irade, arzu, matlub, murad, istek.
meşiet-i Rabbâni: Cenâb-ı Hakk'ın istek, arzu ve muradı.
meşîet-i Rahmân: Allah'a ait olan dilek, murad arzu ve işler.
meşkuk: şüpheli.
Meşkur: şükredilen; bütün mahlukatın kendisine şükrettiği Allah.
meşrep: huy, yaratılış, âdet, ahlâk; mânevî haz ve feyiz alınan yol; her insanın kendi mizâcına uygun olarak mânevi gıdâlarını, bilgilerini aldığı özel yol ve metodu. Mânevî susuzluğun giderildiği kaynak.
meşru: helâl, İslâma uygun, haram ve yanlış olmayan.
meşruiyet: meşruluk, kânuna; dine uygun bulunma, yasak olmayış.
meşrutiyet: bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi ile idâre edilen devlet sistemi.
metâ: fayda, menfaat; kıymetli eşya, tüccar malı.
metâlib: istekler, arzular, talep edilen şeyler.
metâlib-i hikmet: hikmetin isteği, yani gereği.
metânet: kararlılık, dayanıklılık, sağlamlık, kavilik.
metin: küvvetli, yıkılmaz, sağlam, güçlü, metanetli.
metn-i ehâdis: hadislerin metni.
metn-i hadîs: hadisin metni.
mevadd-ı fâniye: fânî maddeler.
mevadd-ı gıdâiye: gıda maddeleri.
mevadd-ı muzırra: zararlı maddeler.
mevadd-ı münâsebe: birbirine benzeyen, uyan maddeler.
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler.
mevadd-ı şerir: kötü maddeler, şerli maddeler.
mevâlid: doğumlar.
mevâlid-i turâbiye: topraktaki madenler, bitkiler.
mevâni: mâniler, engeller.
mevât: ölü.
mevce: bir dalga, dalga.
mevcud: var olan.
Mevcud-u Hakiki: gerçek varlık sâhibi ve var olmak için hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah.
Mevcud-u Lemyezel: hiç yok olmayan ebedî var olan Allah.
mevcud-u müzeyyen: süslenmiş şekil ya da vücud.
mevcudât: varlıklar; var olan her şey; kâinat; yaratılmış şeyler.
mevcudât-ı âlem: âlemdeki varlıklar.
mevcudât-ı arziye: dünyadaki varlıklar.
mevcudât-ı bahariye: baharda yaratılan varlıklar.
mevcudât-ı latife: çok hoş ve güzel varlıklar.
mevcudât-ı muhtelife:çeşitli varlıklar.
mevcudât-ı muntazama-i kâinat: kâinatın muntazam varlıkları.
mevcudât-ı müteâvine: birbirleriyle yardımlaşan varlıklar.
mevcudât-ı seyyâle: akıp giden varlıklar, aynı yerde ve halde kalmayıp devamlı değişen varlıklar.
mevcudât-ı seyyâre: bir yerde durmayıp yer değiştiren varlıklar.
mevcudât-ı zâile:yok olup gidici varlıklar.
mevcudiyet: varlık.
mevhum: olmadığı halde var sanılan, kuruntu edilen.
mevkıf: kısım, bölüm, durak, durulacak yer, istasyon.
mevkî: yer, bir şeyin bulunduğu veya meydana geldiği yer.
mevkî-i mübarek: mübârek yer.
Mevlânâ Câmi (Molla Câmi): Hicri| 817- 898 tarihlerinde yaşamış büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı, Abddurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi: Hicri| 672'de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevisidir. Mevlevî tarîkatının pîrîdir.
Mevlevi: Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretlerinin tarîkatına mensup.
mevsim bemevsim: mevsim mevsim; mevsimden mevsime.
mevsim-i elimâne: acı ve üzüntü veren mevsim.
mevsim-i hazinâne: hüzün verici mevsim.
mevsuf: vasıflanan, kendisinde bir sıfat mevcut olan.
mevsuf-u Zülkemâl: kemâl ve vasıf sahibi.
mevt: ölüm.
mevt-i dünya: dünyanın ölümü. Kıyâmetin kopması.
mevt-i ebedi: sonsuz ölüm.
mevt-i zekât: zekâtın kaldırılması. Zekât müessesesinin işletilmemesi.
mevtâlud: ölüm bulaşmış, ölümlü, ölüm karışmış, korkunç, ölü gibi.
mevzu: konu.
mevzun:ölçülü, vezinli, tartılı, düzgün.
mevzunen:ölçülü olarak.
mevzuniyet: düzgünlük. Mükemmel hesaplı.
meydan-ı cevelân: dolaşma, gezme hareket ve faaliyet meydanı.
meydan-ı garâip: şaşılacak, şeylerin meydanı.
meydan-ı harb: harb meydanı.
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı.
meydan-ı imtihân-ı ins ü cân: cinlerin ve insanların imtihan meydanı.
meydan-ı iptilâ: hastalıklar ve tutkunluklar meydanı.
meydan-ı Kıyâmet: Kıyâmet meydanı.
meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı, yaşamak için lüzumlu maddelerin sağlandığı yer.
meydan-ı müsâbaka: yarışma meydanı.
meydan-ı tayerân-ı ervah: ruhların uçuş meydanı.
meydan-ı tecrübe: imtihan meydanı.
meyelân: bir tarafa eğilmiş, ziyâde meyil gösterme, yönelme.
meyelân-ı hayr: hayırlara yönelme duygusu.
meyelân-ı şer: kötülüklere yönelme hissi.
meyelân-ı şevkengiz: şevk verici istek, neşe dolu arzu.
meyl (meyil): istek, arzu, yönelme.
meyl-i cinsiyet: cinsi yakınlık ve benzeyiş. Soya çekim.
meyl-i merhamet: acıma hissi.
meyl-i nümüv: yenileme, gelişme, genişleme meyli. Yeşerme meyli.
meyl-i saadet: saadete, mutlu yaşamaya olan meyil ve istek.
meyl-i saadet-i ebediye: sonsuz hayata olan arzu ve istek.
meyl-i sa'y: çalışma arzusu.
meyl-i şedit: şiddetli bir meyil ve arzu.
meylü't-tehaddi: karşı koyma meyli.
meylü't-tevessü: içten dışa doğru açılma, büyüme.
meyve-i hâtem: bu âlemin nihaî neticesi ve meyvesi.
meyve-i Cennet: Cennet meyvesi.
meyve-i kudsiye: mukaddes ve mübârek netice olan insan meyvesi.
meyve-i Mirac: Mîrâcın faydalı neticeleri.
meyve-i münevver: neticede en münevver ve makbul bir insan.
meyve-i zîşuur: şuur sahibi meyve.
meyvedar: meyveli, görünen netice.
meyyâl: arzulu, istekli.
meyyit: ölü.
mezâhib: mezhepler.
mezâhib-i sâlikin: müridlerin, tarikata süluk edenlerin usulleri.
mezâhim-i hâzıra: şimdiki sıkıntılar, zahmetler.
mezâhir: çiçekli yerler, bahçe; mazhariyetler, lütuflar
mezâk: tatmak, zevk tadacak yer, damak, zevk, tat duyma.
mezar-ı ekber: çok büyük mezar. Mazi âleminin mezaristan gibi görünüşü.
mezaristan: mezarlık.
mezâyâ: meziyetler, hususîyetler, harikalıklar, iyi ve üstün huylar.
mezâyâ-yı âher: diğer meziyetler.
mezâyâ-yı haşmet: heybetli, haşmetli vasıflar.
mezc: katma, kaynaştırma, karıştırma, birleştirme.
mezheb-i hak: hak mezhep.
mezheb-i zaif: zaif olan bir mezheb.
mezhep: yol gidilen yol, tutulan çığır, dinin esâslarında bir olmakla beraber; teferruatta bazı farklı meseleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müçtehidlerin yolları.
mezher: çiçeklik.
mezhere: çiçeklik. Saksı. Bahçe.
meziyet: iyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
meziyet-i i'câziye: mu'cizelik meziyeti.
mezkur: sözü edilen, zikredilen, bahsedilen, anılan; bütün mahlukatın kendisini zikrettiği Allah.
mezmum: kötü, makbul olmayan.
mezraa: ekilip mahsul alınan yer; tarla.
mezraâ-i âhiret: âhiretin tarlası; dünya.
mezraâ-i dünya: şu dünya tarlası. Sonradan "ektiğini biçmek üzere" uğraştığı şu dünya harmanı.
mezraâ-i masnuât: san'atlı yaratıklar tarlası.
mezraâ-i semâviye: semâvî tarla.
mıh: çivi.
mîde-i insâniyet: insanlık midesi.
Mîrac: merdiven; yükselecek yer Peygamberimizin (a. s. m. ) hicretten bir birbuçuk yıl önce Receb ayının 27. gecesinde Cenâb-ı Hakkın huzuruna, ruhen, cismen, hâlen çıkmasıdır ki, en büyük mu'cizelerinden birisidir.
Mirâc-ı Azîm: Hz. Muhammed'in (a. s. m. ) huzur-u İlâhiye gidişi. Büyük Mi'rac.
Mîrâc-ı münevver: nurlu Mi'rac. Nurânî yükseliş.
mîrâc-ı cüz'i: dar anlamdaki mi'rac. Bir kulun ferdî mi'racı.
mirâc-ı mârifet: mârifet merdiveni, Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makâma çıkmaya vâsıta olan mânevî merdiven.
mirâc-ı suud: saadetin en ileri derecesi.
miri: devlet malı, devlet hazinesine mensup.
mîzâc-ı i'câz: veciz üstünlükteki hususiyet, özellik.
mizâc-ı ruh: ruh yapısı, ruhun tabiatı.
mizaç: huy, tabiat, yaratılış, bünye.
mizan: terazi, tartı, ölçü, denge.
Mizân-ı Şârâni: (H. 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan hususlar hakkında eserler telif eden fakih.
mizân-ı ekber: mahşerde herkesin amellerini tartmaya yarayan büyük bir terazi olup hakîkî mahiyeti ancak âhirette bilinecektir.
mizân-ı hâcet: ihtiyaç ölçüsü.
mîzân-ı hikmet: hikmet terâzisi, hikmet ölçüsü.
mizân-ı ilmî: ilmin şaşmaz ölçüleri.
mizân-ı mahsus: hususî bir ölçüyle.
mîzânü'l-harâret: hararetin, sıcaklığın ölçüsü, derecesi. Isı derecesi.
mizânü'l-hava: havanın durumu; havanın ölçülmesi.
mizânü'l-vücud:vücuda oranla. Vücuduna göre.
mizened (mîzenend): söylüyorlar, vuruyorlar.
miftah:açan, anahtar.
mihenk: ölçü, tartı.
mihmandarı kerim: dünya misâfirhanesinde kullarına yardım eden ve nîmet veren Rabbimiz; Müslümanlara dünya misâfirhânesinde rehberlik eden Peygamberimiz.
mihrab:câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer.
mihver:dünyanın kuzey ve güney kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından. geçen mil, merkez, eksen.
miktar-ı kamet: boyu nisbetinde uzunluğu ve büyüklüğü nisbetinde.
miktar-ı mânevi: mânevî ölçü.
miktar-ı muayyen: belirli miktar. Belirlenmiş kadarı.
miktar-ı muayyene: belirlenmiş, biçilmiş ölçüler, kalıplar.
miktar-ı muntazam: eh mükemmel ve muntazam ölçü, miktar.
miktar-ı suri: sûreten görünen zahirî ölçüler.
mikyas: ölçü, kıyas edecek, ölçecek âlet, ölçek.
milel-i insâniye: insan milletleri.
milis: orduya yardımcı halk kuvveti.
millet-i İbrâhim: İbrahim milleti.
millet-i İbrâhimiye: İbrahim (a. s. ) milleti.
millet-i İslâm: Müslümanlar.
millet-i küfriye: inkârcı millet.
millet-i Yehud: Yahudi milleti.
minârât: minâreler.
minber:câmide hatibin hutbe okuduğu kürsü.
minnet: iyiliğe karşı duyulan şükür hissi birisine iyilik etmek, yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
minnettar: bir iyiliğe karşı minnet duyan, yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
minnettarâne: minnet duyarak, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi taşıyarak.
mir'at: ayna.
mir'at-ı ruh: ruh aynası.
misâfir-i aziz: aziz ve şerefli misâfir.
misâfir-i Rabbâni: Rab olan Allah'ın misâfiri.
misâfir-i Rahmân: her türlü rızkı veren Allah'ın misafirleri.
misâfirhâne: geçici bekleme yeri.
misâfirhâne-i dünya: bir misafirhâneye benzeyen dünya.
misâfirhâne-i Rahmân: Cenâb-ı Hakkın bir misafirhâhesi şeklinde nimetlerle donatılan şu dünya hayatı.
misafirhane-i Rahmâniye: Rahman olan Allah'ın kullarını geçici olarak bulundurduğu misafirhane olan dünya.
misâfirhâne-i terbiye: terbiye ve eğitim yuvası. Yetiştirme yurdu
misâl: benzer, örnek.
misâl-i latîf: güzel ve hoş bir misal.
misâl-i muhabbet: sevgi misali.
misâl-i musağğar: küçültülmüş örnek, nümune; bir şeyin bütün özelliklerini taşıyan, ondan daha küçük olan örneği.
misâliye: misale dâir, benzer, örnek.
misbah: çıra, kandil, lamba.
misbâh-ı nevvâr: nurlu yüzgeçler.
misil: benzer, eş.
misillü: gibi, benzeri, aynısı.
miskal: bir ağırlık ölçüsü. Çok küçük bir parça.
miskin: zavallı, uyuşuk, tembel, hareketsiz.
mislen: benzer olarak.
misliyet: benzerlik, benzeri ve misli olma.
mismar: çivi.
mistar: yazının güzelliğine yarayan âlet, çizgi aleti; cetvel herhangi bir şeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet, (bir çeşmenin suyunun bulunduğu yer. masdar, musluğu ise mistardır)
mistâr-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vâsıta.
mistâr-ı kader: kaderin ölçüsü.
mişkât: kandil. İçinde lamba olan küçük hücre.
Moğol: Turani milletlerin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsî yakınlıkları vardır.
mu'ciz-i hikmet: hikmet ve maksadının mu'cizesi.
mu'cizâne: mu'cizeli bir şekilde.
mu'cizât: mu'cizeler.
mu'cizât-ı Ahmediye: Peygamberimiz Ahmed'in (a. s. m. ) mu'cizeleri.
mu'cizât-ı âyât: çok açık ve belli mucizeler, her biri birer mu'cize olan Kur'ân âyetleri.
mu'cizât-ı bâhire: ap açık mu'cizeler.
mu'cizât-ı enbiyâ: peygamberlerin (a. s. ) mu'cizeleri.
mu'cizât-ı fıtrat: mükemmel ve mu'cizâne yaratılış. Yaratılış mu'cizesi.
mu'cizât-ı kudret: kudretin akla durgunluk veren ve insanı âciz bırakan neticeleri; kudret mu'cizesi.
mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye: Allah'ın kudret mu'cizeleri.
mu'cizât-ı Kur'âniye: Kur'ân'ın mu'cizeleri.
mu'cizât-ı Museviye: Musâ'nın. (a. s) mu'cizeleri.
mu'cizât-ı nakş: nakş mu'cizeleri.
mu'cizât-ı sanat: san'at mu'cizeleri.
mu'cizbeyân: beyanı herkesi âciz bırakan.
mu'cize:insanların benzerini yapmaktan âciz oldukları hârikalıklar; bitkilerin yaratılması gibi; peygamberlerin Allah'ın ihsânıyla ve peygamberliklerini ispat etmek için gösterdikleri normalin dışındaki hal ve hâdiseler-Peygamberimizin(a. s. m)bir işareti ile Ay'ı ikiye bölmesi ve on parmağından su akıtması gibi.
mu'cize-i bâhire: büyük mu'cize.
mu'cize-i bâki: sonsuz mu'cize, her zaman var olan mu'cize.
mu'cize-i ebediye: sonsuz mu'cize.
mu'cize-i ekber: en büyük mu'cize.
mu'cize-i kudret: kudret mu'cizesi.
mu'cize-i kudret-i bâhire: ap açık kudret mu'cizesi.
mu'cize-i kudret-i Samedâniye: Cenâb-ı Allah'ın nihâyetsiz kudret mu'cizeleri.
mu'cize-i kuvvet: kuvvetin mu'cizesi.
mu'cize-i kübrâ: en büyük mu'cize.
mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye: Peygamberimizin (a. s. m. ) en büyük mu'cizesi.
mu'cize-i Musa: Musâ'nın (a. s. ) mu'cizesi.
mu'cize-i nübüvvet: peygamberlik mu'cizesi.
mu'cize-i risâlet: peygâmberlik mu'cizesi.
mu'cize-i sanat: sanat mu'cizesi.
mu'cize-i sanat-ı Sâmedâniye: her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın san'at mu'cizesi.
mu'cize-i ubudiyet: kulluk mu'cizesi.
mu'cizekâr: mu'cize sahibi, mu'cize gösteren
mu'cizevâri: mu'cize gibi.
mu'ciznümâ: mu'cizeli, mu'cize gösteren.
mu'zam: bir şeyin en büyük kısmı, büyütülmüş.
muaccel: peşin, hemen verilen.
muacciz: sıkıcı, rahatsız edici, bıktırıcı.
muahhar: tehir edilmiş, sonraya bırakılmış.
muâlece: bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme.
muallâ: yüksek, yüce, âli.
muallâk: askıda, hakkında hüküm verilmemiş, havada boşlukta duran, hallolmamış, sürüncemede kalmış iş.
muallâkât-ı seb'a: yedi askı; Kur'ân nâzil olmadan önce, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yazılar ve şiirler.
muallem: eğitim görmüş, bilgili.
muallim: öğretmen.
muallim-i hakâik: hakikatleri öğreten.
muallim-i ukul: akılların öğretmeni.
muallime-i sefâhet: sefaheti öğreten, alıştıran.
muâmelât: muâmeleler, davranışlar, alış verişler, dinin uygulamaya yönelik kısmı.
muâmele: davranış, işlem, birbiri ile iş görme, amel etme, alış veriş.
muamele-i şer'iye: dinî muâmele, dinle ilgili davranış.
muâmele-i mühimme: önemli iş.
muâmele-i ubudiyet: kulluk işi.
muâmele-i zevciye:evlilik hayatı.
muammâ: bilmece, anlaşılmaz iş, anlaşılması. zor olan sır, bilinmeyen hâl, karışık şey.
muammâ-i acibâne: hayret verici, anlaşılmaz ve bilinmez bir şekilde.
muammâ-i acibe: hayret verici bilinmeyen hal, anlaşılmaz iş.
muammâ-i müşkülküşâ: anlaşılması, açıklanması zor mesele.
muammâ-i Rubûbiyet: Cenâb-ı Allah'ın sebepleri kudret eline bir perde yapması, imtihana sevk etmesi.
muammââlud: muamma karışık, anlaşılmaz ve bilinmez iş bulanık.
muannid: inatçı, inat eden.
muâraza: biri ile yarışmak, birbirine karşı gelmek, sözle karşılıklı mücadele.
muâraza-i bilhuruf: söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek.
muârız: karşı, zıd, ters.
muarrâ:fenâlıktan uzak, beri, yüksek, temiz.
muarrif: târif eden.
muattal: işsiz, tatil edilmiş, kullanılmaz olmuş.
muattal: âtıl bırakan, işsiz eden, işe yaramaz hâle getiren; Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefeci, Allah'I inkâr eden.
muâvenet: yardımcılık, yardımlaşma, yardım, teâvün.
muayyen: kati olarak. belli olan, belli, ölçülü, tâyin ve tesbit edilmiş olan.
muazzam:fevkalâde büyük, iri, koskoca.
muazzez: izzet ve şeref sahibi, saygı gören.
Mucib: duâlara cevap veren Allah.
mucib: icap eden, lâzım gelen; gereken, gerektiren; cevap veren.
mucib-i bizzat: her şeyi yapmaya bizzat mecbur olan. Serbest olmayan. Felasifenin Cenâb-ı Hakkın ihtiyarını elinden alan fasit bir taifesinin görüşü.
mucid: icâd eden. Yoktan var eden.
Mücid-i hakiki: hakikî icâd sâhibi olan Allah.
Mücid-i Küll-i Mevcud: her varlığı var eden Allah.
mücid-i hakim: hikmet sahibi olan îcadçı.
mudga: et parçası.
mudhike: gülünç şey, gülünülen hal, komedya.
Mufaddıl: faziletlendiren, iyilik. eden, karşılıksız nimet veren Allah.
mufassal: tafsilâtlı, izahlı, geniş izahlı, kısımlara ayırıp anlatılmış.
mufassalan: tafsilâtlı olarak, ayrıntılı biçimde, geniş ve izahlı şekilde.
mugaddi:gıdalı, besleyici.
mugâlâta: yanıltıcı söz etme, safsata.
mugayyebât-ı hamse: beş bilinmeyen şey Lokman Suresinin sonuncu ayetinde belirtilen ve Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği ifâde edilen beş şey şunlardır|Kıyâmetin ne zaman kopacağı yağmurun ne zaman yağacağı, rahimlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede öleceği.
Muğiş: yardım eden, yardıma koşan, medet edici mânâsında Allah'ın bir ismi.
muhabbet: sevgi, sevmek.
muhabbet-i gayr-i meşrua: dine uygun olmayan sevgi.
muhabbet-i hakikiye: gerçek muhabbet. Hakiki şefkat.
muhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi.
muhabbet-i meşrua: dîne uygun sevgi.
muhabbet-i zâtiye: Zât-ı İlâhiyeye muhabbet.
muhabbetullâh: Cenâb-ı Hakka karşı duyulan ihlâslı sevgi.
muhâbere: haberleşme.
muhaddis: hadis ilmiyle uğraşan âlimler.
muhaddisin-i muhaddesin: Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler.
muhâfaza: koruma.
muhâfaza-i nefs: nefsi korumak.
muhâfız: koruyan.
muhâkemât: düşünme, zihinde inceleme yapma.
muhakeme: akıl yürütüp doğru bir netice elde edebilme, tartma, değerlendirme; yargılama.
muhakkak: hakikatı ve gerçeği belli olmuş, doğru.
muhakkik: hakîkatı araştırıp bulan, bir meselenin içyüzünü inceleyerek vâkıf olan, hakîkatlara hakkıyla vâkıf olan ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimleri.
muhakkikin: hakîkati bulup meydana çıkaranlar" iç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velîleri.
muhakkikin-i evliyâ: Vedud ismine mazhar olup Allah'ın muhabbetiyle kendinden geçen evliyalar.
muhakkikin-i İslamiye: Müslüman muhakkikler.
muhâl ender muhâl: imkânsızlık içinde imkânsızlık.
muhâl: imkânsız; olması mümkün olmayan.
muhâlât: muhâller, imkânsızlıklar.
muhâlefet: karşı gelme.
muhâlif: uymayan, zıt olan; karşı duran.
muhâlif-i hak: gerçeğe zıt.
muhâlif-i hikmet: hikmete zıt.
muhalif-i vâki: olan şeye zıt, meydana gelene aykırı.
muhâliyet: imkânsızlık, imkânsız oluş.
Muhammedü'l Hâşimi: Hâşimî sülâlesinden olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a. s. m. ).
Muhammedü'l-Emin: "güvenilir Muhammed" mânâsında Peygamberimiz müşrikler tarafından verilen bir lâkab.
muhârebe: savaşma, harb etme.
muhârebe-i bissüyuf: kılıçla savaşmak, silâhla mücadele etmek.
muharrik: tahrik eden, harekete geçiren.
muharrip: yıkan, harap eden, bozan, perişan eden.
muhâsebe: hesâba çekme.
muhâsebe vakti: hesâba çekilme zamanı.
muhâsebe-i a'mâl: insanların yaptıkları işlerin hesabının görülmesi.
muhassala-i mesâi: çalışmalar sonunda elde edilen netice.
muhassıs: tahsis eden; bir şeye veya bir kimseye bir özellik kazandıran.
muhât: ihata edilmiş, kuşatılmış, çevrelenmiş.
muhatab-ı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın hitap ettiği kimse
muhatabin: muhataplar.
muhatap: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan.
muhâverât: konuşmalar, haberleşmeler.
muhâvere: konuşma, görüşerek konuşma.
muhâvere-i temsiliye: misâller ile arılatma, izah etme.
muhayyer: seçilmesi serbest olan.
muhayyirü'l-ukul: akıllara hayret verip hayranlık uyandıran.
muhbir: haber veren, haberci, haber toplayan.
Muhbiri Sâdık: doğru haberci; Allah ve âhiretle ilgili doğru haberler veren Peygamberimiz (a. s. m. ) ve diğer peygamberler (a. s. ) için kullanılır.
muhdis: birşeyi meydana getiren.
muhit: ihâta eden, her şeyi kuşatan ve her şeyi içerisine alan; etraf, çevre; büyük deniz, okyanus.
muhit-i içtimâi: sosyal çevre, sosyal anlayış.
muhib: seven, hayrı isteyen, muhabbet eden.
mûhiş: korkutan, korku veren.
muhkem: sağlam.
muhlisen: içtenlikle, samimiyetle.
muhrik: ateş gibi, yakıcı.
Muhsin: "kullarına çok ihsanda bulunan" mânâsında Allah'ın bir ismi.
muhtaç: ihtiyaç duyarı.
muhtar: ihtiyar sâhibi. Hareketinde serbest olan.
muhtasar: özetlenmiş, kısa, özet, hulâsa.
muhtelif: çeşitli, değişik.
muhtelifü'l-cins: çeşit çeşit; cins cins çeşitli cins.
muhtelifü'l-ecnâs: ayrı ayrı cinsler, çeşitler.
muhterem: hürmet edilen.
muhteşem: ihtişamlı, gösterişli, göz alıcı.
muhtevâ: bir şeyin içindekiler.
Muhyi: ölmüşleri dirilten, her şeye hayat veren Allah.
Muhyiddin-i Arabi: Hicrî 560 yılında İspanya'da doğdu. Anadolu ve Arabistan'ı gezdi; mutasavvıf ve büyük âlim idi; Fütuhat-ı Mekkiye, Füsusul Hikem adlı eserleri meşhurdur; 638'de Şam'da vefât etti.
Muin: yardımcı; Allah'ın" yardıma muhtaç olanlara yardım eden mânâsındaki bir ismi.
mukâbele: karşı karşıya getirme, karşılaştırma, karşılık verme.
mukâbil: karşı, karşılık olarak, bedel.
mukaddemât:bir şeyin ilk hazırlıkları.
mukaddeme: önsöz, giriş, ilk söz, başlangıç, önde gelen.
mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika: ileride verilecek mükâfatın başlangıcı.
mukadder: tâyin ve takdir olunmuş olan; miktarı ve kıymeti biçilmiş olan.
mukadderât: ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler, kader; Allah tarafından takdir edilenler.
mukadderât-ı hayat: kader, Allah'ın takdir ettiği hayat.
mukadderât-ı hayatiye: Cenâb-ı Hakkın hayat için takdir ettikleri; kader.
mukadderât-ı istikbâliye: gelecekteki kader, alın yazısı.
mukaddes: kudsî, temiz, pâk, âri ve yüce olan, kusur ve noksandan uzak olan.
mukaddime: önsöz, başlangıç, evvel gelen, öne geçen.
mukâddime-i temsîliye: başlangıçtaki, girişteki misâl.
Mukaddir: bir şeyin kıymetini biçip, takdir eden Allah.
mukallid: taklid eden.
mukârin: bitişik, beraber. olan.
mukarrebin: iman ve ibâdetle Allah'a mânen yakın olanlar.
mukarrer: kararlaşmış, kesinlik kazanmış.
mukattaât: Kur'ân-ı Kerim'de bazı surelerin başlarında bulunan kesik kesik ikisi üçü birleşik veya tek tek yazılı harfler Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Tâ Hâ gibi bunlar İlâhi bir şifre olup mânâsını Peygamberimiz (a. s. m. ) ve onun vârisleri bilir.
mukâvemet: dayanma, karşı koyma, direnme, direnç.
mukâvemetsuz: dayanmayı tesirsiz hâle koyan, mukavemeti kıran.
mukavves: yay gibi bükülmüş, eğrilmiş.
mukayyed: bağlı, kayıtlı, sınırlı.
mukim: bir yerde devamlı kalan,. oturan.
mukni: iknâ eden, inandıran, kâfi derecede. izah ve ispat eden.
muktazi: iktizâ eden, gerektiren, gerekçe, gereklilik.
muktedir: gücü yeten, kuvvetli, iktidar sahibi.
muktedirâne: güçlü, kuvvetli, becerikli şekilde.
muktezâ: gereken, lâzım gelen, icap eden.
muktezai-i adl: adâletin gereği.
muktezâ-i akıl: aklın gereği. Akla uygun.
mukteza-i hakikat: hakikatin gereği ve lâzımı.
muktezâ-i hikmet-i İlâhiye: Cenâb-ı Hak'kın hikmetinin gereği.
muktezâ-i ihâta-i ilmî: her yeri kuşatan ilm-i İlâhinin gereği.
muktezâ-i ism-i Hakim: her şeyi hikmetle yaratan Hakîm isminin gereği.
muktezâ-i rahmet: rahmetin bir gereği.
muktezâ-i seciye: asalet ve ahlâkın gereği.
mukteziyât: gerekli olan şeyler..
mumdâr: ışık veren, ışık tutan.
mumdâr-ı şehnâz: nice devirlerdir ışıldayan bir muma sahib olan.
Munazzım: sıralayıp dizen her şeyi en güzel bir şekilde tanzim eden Allah.
muncezib: beriye çekilen, cezb edilen.
munis: alışılmış; ehlîleşmiş, cana yakın, sevimli, dost, itaatkâr.
muntazam: düzene girmiş, intizamlı.
muntazaman: düzenli, intizamlı olarak.
muntazır: bekleyen.
murabbâ: dört köşeli şekil, kare.
murad: kast, istenen, talep edilen, dilek.
murassâ: kıymetli taşlarla, sırmalarla süslenmiş.
murassaât-ı rahmet: süslü ve müzeyyen. rahmet eserleri.
murassaât: murassâlar, cevher ve inci gibi değerli taşlarla süslenmiş şeyler.
murdar: pis, kirli, temiz olmayan.
murtabıt: irtibat halinde; bağlı.
musaddak: doğruluğu kabul edilmiş, doğrulanmış, tasdik olunmuş.
musaddık: tasdik eden.
musaddıkâne: tasdik ederek, doğrulayarak.
musaffâ: sâfileşmiş, temizlenmiş, süslenmiş.
musahhar: emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
musahhar-ı pürnur: nurlu, nur saçan hizmetkâr.
musahhariyet: musahhar oluş, emre. boyun eğdirme.
musahhihâne: tashih ederek, düzelterek.
musâlâha: barışma, kırgınlığı ortadan kaldırma, karşılıklı anlaşma.
musallat: rahatsız eden, sataşan.
musannâ: sanatlı bir şekilde yapılan, çok süslü.
musannif: kitap tertip eden; sınıflandıran.
Musavvir: tasvir eden, şekil ve sûret çizen her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah.
musavvire: tasavvur edilen. Şekillenen. Şekillenme.
musıka-i İlâhi: İlâhî müzikler. Fıtrî sesler.
musıka-i zikriye: zikir hâlindeki müzik.
musiki: müzik.
musırrâne: ısrarla, ısrarlı bir şekilde
musibât-ı dünyeviye: dünya musibetleri.
musibet: âfet, belâ, felâket, hastalık, dert sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
musibet-i âmme: umumî musibet.
musibetzede: belâya uğrayan, hastalık veya başka dertlere uğrayan, musîbete uğramış olan.
mutaassıp: bir şeyi savunmada aşırılık gösteren ve inat eden; körü körüne inat ve ısrar eden.
mutâbık: uygun, muvâfık.
mutâbık-ı vâki: ayniyle vâki. Gerçek olmuş.
mutantan:tantanalı, gösterişli.
mutasarrıf: tasarruf hakkı ve selâhiyeti olan, tasarruf eden bir işi kendi isteğine göre idâre eden, bir malın sahibi.
Mutasarrıf-ı Alîm: her şeyi bilerek, yöneterek kullanan Allah.
Mutasarrıf-ı Kadir-i Rahim: her şeyde istediği. gibi tasarruf edebilen ve her şeye gücü yeten, mutlak merhamet sahibi Allah.
Mutasarrıf-ı Zişan: şan sahibi ve her şeyde istediği gibi tasarruf eden Allah.
mutasavver: tasavvur edilmiş, yapılması düşünülmüş, hatırdan geçen.
mutasavvıfin: mutasavvıflar, tasavvuf ehli, sofiler.
mutasavvire: tasavvur eden, tasarlayan, zihinde suret veren.
mutavassıt: ortada vasıtalık eden, arada ıslah edici olan, orta derecede, orta halli, sebep.
mutavattinin: yerleşmiş, vatan eylemiş.
mutazarrır: zarar ve ziyana uğrayan, zarar görmüş olan.
mutedil: îtidalli, orta dereceli.
mutekid: dindar, dîni bütün.
mutemid: itimad eden. Güvenen.
muteriz: îtiraz eden, karşı çıkan.
Mütezile: Emeviler devrinde ortaya çıkan ve Allah'ı tenzih etmek maksadıyla meseleleri sırf akılla izaha çalışan ve "Kul fiilinin yaratıcısıdır" görüşüne inanan bâtıl bir itikâdî mezhep.
muti: söz dinleyen, itaat eden, saygılı.
muti-i kânun-u İlâhî: Allah'ın kânununa itaat eden.
mutlak: salıverilmiş, serbest bırakılmış kati, şüphesiz, asla bir şarta bağlı olmayan, yalnız, tek, sınırı ve sonu olmayan.
mutmain: tatmin olan, içi rahat, müsterih, şüphesi kalmamış, emin.
muttali: bilgili olmak, malumat sahibi olmak; haberli, bilgisi olan.
muttasıf: kendisinde bir hal ve sıfat bulunan, vasıflanan.
muttasıl: bitişik.
muvâfakat: uygunluk, uymak, anlaşmak, karşılıklı anlaşma, razı olma, müsâade.
muvaffak:başarmış, gâyesine erişmiş.
muvaffâkıyet:başarı, başarılı olma.
muvâfık:uygun, uymak, kabullenmek.
muvâfık: uygun.
muvahhid: Allah'ın birliğine inanan.
muvahhiş: vahşet veren; korkutup ürküten.
muvakkat: vakitli, fâni, geçici; kısa bir zaman için.
muvakkaten: geçici olarak.
muvâzene: ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
muvâzene-i a'mâl:yapılan işlerin tartılması.
muvâzene-i hâl:farklı hal ve vaziyetlerin karşılaştırılması.
muvâzenet: iki şeyin uygunluğu veya belli bir hususta birbirine eşit olması.
muvâzi: paralel, birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yan yana bir arada uzayıp gitmesi.
muvazzaf: vazifelendirilen; vazifeli.
muzaaf: iki kat; iki misli.
muzır: ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
muzlim:·karanlık, karanlıklı, siyah, siyahlık; zulmetli, dehşetli.
muzmer: gizli, saklı, örtülü.
muztar: zaruret içinde, zorlanmış, cebr olunmuş, mecbur.
muztarip: ıztırap duyân, acı çeken; sıkıntılı, ıztırap çeken.
mü'min: Allah'a ve emirlerine, kânunlarına iman eden, inanan.
mübâdele: değiştirme, bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, trampa.
mubah:işlenmesinde sevap ve günah olmayan şey, yapılmaması ve yapılması dinen caiz olan şey.
mubâhât: iftihar edici bir güzellik; günahı ve zararı olmayan şeyler.
mübâhese: karşılıklı konuşma, bahislerden söz etme, sohbet.
mübâlâğa: birşeyi olduğundan fazla veya az göstermek, abartma.
mübârek: İlâhî hâyrın bulunduğu şey, bereketlenmiş, uğurlu, hayırlı, çoğâlmış.
mübâreze: çekişme kavga, dövüş, mücâdele, çarpışma.
mübâşeret: bir işe başlama; temas etme; meşgul olma.
mübâyaa: satın alma.
mübelliğ: tebliğ eden, bildiren.
mübelliğ-i marziyât: Allah'ın istek ve emirlerini insanlara ulaştıran, bildiren.
müberhen: bürhan ve delillerle isbatlanmış olan.
müberrâ: berî, müstesnâ, temiz, noksansız, kusurdan uzak ve arınmış.
mübtıl: Hakkı bâtıl gören. Battal eden, faydasız hâle getiren.
mücâdele: çekişme, uğraşma, savaşma.
mücâhede: cihad etme, din düşmanlarına karşı koyma, çarpışma, uğraşma, çalışma.
mücâhede-i a'dâ: düşmanlarla savaşma.
mücâhid: cihad eden, savaşan, din için gayret eden.
mücâveret: komşuluk, yakınlık.
mücazat: cezalandırma; karşılık verme, ceza.
mücâzefe: sözle karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
mücedded: yenilenen.
mücehhez: cihazlandırılmış, donatılmış.
mücellâ: parlak. Cilalanmış.
mücelled: ciltlenmiş, ciltli kitap.
Mücemmil: güzelleştiren, güzel yaratan Allah.
mücerred: yalnız, tek, hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan, çıplak, soyulmuş, tek başına.
mücessem: cisim şeklinde olan, cisimleşmiş.
mücevherât: kıymetli taşlar, mücevherler, süs eşyaları.
mücmel: kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok olan.
mücmelen: kısa ve özlü bir şekilde.
müçtehid: içtihâd eden, âyet ve hadisler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri. İmam-ı Azam ve İmam-ı Şâfî gibi. (bak. içtihâd)
müçtehidin: büyük içtihat âlimleri.
müçtehidin-i izâm: büyük müçtehidler.
müçtemi: bir arada; toplanmış.
müçtemian: toplu olarak, topluca, hepsi birden.
müdâfaa: savunma.
müdâfaât: savunmalar.
müdâhale: karışma, araya girme, sokulma.
müdakkik: inceden inceye dikkatle araştıran.
müdakkikâne: dikkatle inceleyerek.
müdakkikin-i ulemâ: dikkatle araştıran, inceden inceye tedkik eden âlimler.
müdâvele-i hissiyât: duygu alışverişi.
müddeâ: iddiâ edilen şey.
müddeharât: depolananlar.
müddei: îddiâ eden.
müddet-i bekâ: ömür. Yaşama süresi.
müddet-i hayat: ömür, yaşama süresi.
müddet-i ikâmet: bir yerde kalma müddeti.
müddet-i ömr: ömür müddeti.
Müdebbir: İdâre eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah.
Müdebbir-i Hakîm: her şeyi hikmetle yaratan ve her şeyi idâre eden.
Müdebbiri Rahim-i Zülcemâl: sonsuz güzellik ve merhamet sahibi, her şeyi idâre eden Allah.
müdebbirâne: müdebbir olana yakışır şekilde, tedbirlice, her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek.
müebbet: ebedî, sonsuz.
müeccel: sonraya bırakılan, tehir edilen.
müekkel: vekil tâyin edilen, vekil tâyin olmuş.
müellif: te'lif eden, yazar.
müesses: tesis olunmuş, binâ edilmiş, temeli atılmış.
müessir: eseri yapan; tesirli, dokunaklı.
müessir-i hakiki: hakikî tesir sahibi.
müessir-i ziliktidar: güç, kuvvet ve eser sahibi.
müessis: tesis eden, kuran.
müeyyed: te'yid edilmiş, doğrulanmış, kuvvetlendirilmiş.
müezzin-i âzam: en büyük müezzin olan Hz. Muhammed (a. s. m. )
müferakât: ayrılıklar, ayrılmalar.
müfarakât-ı Ahmediye: Hz. Muhammed'den (a. s. m. ) ayrılık.
müfehhimâne: anlayarak, anlayana yakışır halde.
müferrah: ferahlamak. Üzüntü ve sıkıntıdan kurtulma; rahat, sevinçli.
müfessir: tefsir eden, izah eden, anlayabildiği. mânâyı söyleyen ve yazan; Kur'ân'ı tefsir etmek yetkisine sahip, âlim, fâzıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zât.
müfessir-i hakiki: gerçek müfessir, Kur'ân'ı tam ve doğru olarak açıklayan hâdis.
müfettiş: teftiş eden, kontrol eden.
müfettiş-i şâkir: verilen nîmetlere karşı şükreden müfettiş, kontrolcü.
müflis: iflas etmiş, parası pulu kalmamış kimse.
müflis felsefı: mânen iflâs etmiş felsefeci.
müfsit: bozguncu, bozan.
müftehir: kendisiyle iftihar eden.
müftereyât: başkasının üzerine atılan iftiralar, suçlar, kabahatlar.
müfteris: yırtıcı, parçalayıcı..
mühefhef: narin, ince. Nazik.
müheyyâ: hazır hale getirilmiş.
müheyyiç: heyecan verici.
mühezzeb: doğru-düzgün. Gelişkin;
mühim: önemli.
mühlet: vakit, bir işi ileri bir zamanda yapmak için geri bırakmak.
mühmel:ihmal edilmiş, bırakılmış, kıymet verilmemiş.
mühr-ü Rabbâni: her şeyi idâre ve terbiye eden Allah'ın mührü.
mühr-ü Rahmânî: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi bol rızık veren Allah'ın mührü.
mühr-ü Vahdâniyet: Allah'ın birliğinin mührü.
mükâbere: kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği halde gerçeği kabul etmemek ve kavga çıkarmak.
mükâfat: bir hizmet, iyilik veya başarıya karşılık verilen ödül.
mükâfat-ı âcil: âcil, acele bir mükâfât.
mükâfat-ı ruhâniye: ruhla ilgili mükâfat, mânevi. ödül.
mükâleme: karşılıklı konuşma.
mükâleme-i ulviye: yüce ve yüksek konuşma.
mükellef: vazifelendirilen; Allah'ın emir ve yasağına muhatap olan; mükemmel şekilde hazırlanmış.
mükellefîn: verilen vazifelerden mes'ul ve mükellef olanlar.
mükemmel:tamam, olgun, kemâl bulmuş, eksiksiz.
mükemmeliyet-i hilkat: yaratılışın mükemmelliği.
mükemmeliyet: mükemmellik.
mükerrem: kerim olan; hürmet ve tazim olunan; şerefli, ikram olunmuş.
mükerrer: birçok kere, tekrarlanmış.
mükerreren: tekrarlayarak, defalarca.
mükrim: ikram edici. Misafir ağırlayıcı. Misafirperver.
mükrimâne: ikram ederek.
mülâhaza: dikkatle bakmak, düşünme, iyice düşünüp bir işin hakikatını incelemek.
mülâkât: kavuşma, buluşma; yüz yüze görüşme.
mülâzım:eskiden yüzbaşılığın altındaki bir makâm, rütbe. Teğmenlik.
mülevven: renkli, boyalı, çeşit çeşit boyalı.
mülevves: kirli, bulaşık.
mülhem: kalbe doğmuş, Allah'ın, ilham ile kalbe bildirdiği şey.
mülhemâne: ilham alarak.
mülhid: dinsiz.
mülk:mal, yer, bina.
mülkiye: memleket idaresi için çalışan daire veya bu dâireye mensup olarılar; asker olmayanlar; şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.
mültebis: iltibas etmiş. Biri diğerine karışmış.
mülteci: sığınan.
mülzem: susturulmuş, ilzam edilmiş, mağlup edilmiş.
mümânaat: engel olmak.
mümaselet: benzeyiş, şekil ve sûretce birbirine benzeme.
mümessil: temsilci.
mümessilât-ı habise: pis ve kötü temsilciler.
Mümit: öldüren, öldürücü, ölümü veren Allah.
mümkîn: İlâhî tercih ile meydana gelen her şey.
mümkinât: var veya yok olması eşit olup, varlığı ve yokluğu için Allah'ın tercihine muhtaç olan şeyler; Allah'ın dışındaki bütün varlıklar.
mümkünât: imkân dâiresi, mümkün olabilenler.
mümtaz: seçkin, üstün.
mümteni: mümkün olmayan, imkân
mümteniât: imkânsızlıklar.
mümteniâtü'n-bizzat: varlığı hiç bir şekilde mümkün olmayan.
mûmtezicen: birleşmiş olarak, birleşerek.
mümtezic: imtizaç etmiş, karışmış, uyuşmuş, birleşik.
mün'adim: yok olan.
Mün'im: herkese lâyık bol rızık ve nîmet veren Allah.
Mün'im-i Hakiki: gerçek nimet verici olan Allah.
Mün'im-i Hakikiye: hakiki nimet sahibi olan Allah.
Mün'im-i Kerim: nîmetlendiren, bol bol ikram. ve ihsanda bulunan Allah.
Mün'im-i Rahim: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi nîmetlendirici olan Allah.
münâcât: Allah'a yalvarmak, duâ.
münâcât-ı Ahmediye: Peygamberimizin (a. s. m. ) duâsı.
münâcât-ı Museviye: Hz. Musâ'nın duâsı.
münâfât: birbirinin aksine olan, aykırılık, zıtlık.
münâfık: ikiyüzlü, araya nifak sokan, ahdinde durmayan, inanmadığı halde inanır görünen.
münâfi: zıt, ters, aykırı.
münâfi-i edep: adaba zıd, ahlâka aykırı
münâfi-i his: duyguya zıt.
münâfi-i kemâl: olgunluğa zıt.
münâkaşa: tartışmak.
münâkaşât: münâkaşalar, tartışmalar.
münakkaş: nakışlı, nakışlarla süslenmiş.
münâsebât: alâkalar, ilgiler, bağlar, münâsebetler, ilişkiler.
münasebât-ı şedidiye: şiddetli münâsebetler.
münâsebât-ı hafiye: gizli münasebetler, ilgi ve bağlar.
münâsebât-ı rızkiye: rızıkla ilgili münâsebetler, rızıktan dolayı bütün varlıkların birbiriyle ilişki içinde bulunmaları.
münâsebet: iki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, yakışmak, vesile, alâka.
münâsebet-i hafiye: gizli münâsebet.
münâsebet-i hayâliye: hayali ilgi ve bağlar.
münâsebet-i mâneviye: mânevi,münâsebet.
münâsebet-i siyâk-ı kelâm: birbiriyle münâsebetli kelimelerin bir tertib ve düzen içinde ifade edilmesi.
münâsebet-i şedide: şiddetli bir münâsebet ve kaynaşma.
münasebettar: ilgili, alâkalı, bir şeye uygun ve yakın olan.
münâsip: uygun, denk
münâvebe: nöbette iş görmek, nöbetleşmek.
münâvebeten: nöbetleşerek, sırayla.
münâzara: karşılıklı konuşma, tartışma.
münâzara-i faraziye: karşılıklı konuşma ve soru-cevap tarzında.
münâzaün fih: hakkında tartışılan.
münbasit: inbisat eden, yayılan, genişleyen.
müncelib: celb edilen, çekilen.
müncemid: katılaşmış, buz kesilmiş, donmuş.
müncer: dayanmak, nihayet bulmak; bir tarafa çekilmek, sürüklenme, sona eren, neticelenen.
müncezib: beriye çekilen, cezb edilen.
mündemiç: bulunan, içine alınan, konulmuş olan.
münderiç: birşeyin içine konulmuş bulunan, içinde bulunan; derc edilen.
müneccemen: bölüm bölüm, parça parça.
müneccim: yıldızların hareket ve hallerini tetkikle uğraşan, mevki ve hareketlerinden mânâ ve hüküm çıkaran, falcı, astrolog.
münekkit: tenkit eden.
münevver: âlimler meclisi, nurlu, aydın.
münevverü'l-akıl: aklı nurlanmış.
münevverü'l-kalb: îman ve ibâdetle nurlanmış. kalb.
münevvim: uyutucu. Uyku ilâcı.
Münevvir: her şeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah.
münezzeh: kusur ve noksanlıktan uzak olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, pâk, kusursuz.
münezzeh Nüsün: kusursuz güzellik.
münezzehiyet: temiz ve pâk oluş, kusur ve eksikten uzak oluş.
münfail: fiilden tesir gören, tesir ile harekete geçen.
munfasıl: birbirinden ayrılmış, kopmuş.
münferid: tek, yalnız, tek başına.
münhasır: yalnız bir şeye veya kimseye âit olan, tekelleşmiş olan, mahsus olan, tek bir şeye âit olan, has.
münhasıran: yalnız bir şeye mahsus olan olarak.
münhasif: sönükleşen. Kararmış, Gölgelenmiş.
münib: günahları terk edip Allah a yönelen.
münkad: inkıyad eden, boyun eğen, itaat eden.
münkasım: kısımlara, bölümlere ayrılmış.
münkerât: haramlar. Allah'ın yasak kıldığı şeyler.
münkir: inkâr eden, kabul etmeyen, inkârcı, görmezden gelen.
münkir-i câhil:câhil inkârcı.
münkir-i gâfil: gâfil inkârcı
müntakim: intikamcı.
müntebih: uyanık olan. Gafletten uyanan.
müntehâ:son, en son derece, en son yer, nihâyet.
müntehri Mirac: Mi'racın neticeleri.
müntehap:seçilmiş.
münteşir: intişar eden, gelişen, yayılan, dağılan; intişar eden, gelişen.
münzevi: yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen tek başına kalmış.
müphem: belirsiz, gizli.
müptedi:yeni, acemi. bid'a çıkaran.
müptelâ: alışkanlık kazanmış, dertli, hasta, başı sıkıntılı, rahatsız, belâlı, düşkün, tutkun, tutulmuş.
mürâât:gözetme, uyma.
mürâcaat: başvurma.
Mürebbi: her şeyi terbiye ve idâre eden, besleyip büyüten Allah.
Mürebbi-i Hakim-i Zülcelâl: celâl sahibi, her şeyi hikmetle yaratan ve her şeyi terbiye eden Allah.
mûrebbi-i ervah: ruhların. terbiye edicisi.
mürebbî-i nüfus: nefislerin terbiyecisi.
mürebbiyâne:terbiye edene yakışır şekilde, terbiye ederek, yetiştirerek.
müreccah: daha üstün kabul edilen, tercih edilen.
müreccih: tercih eden, üstün tutan; tercih ettiren sebep
mürefref: ince nazik kumaştan yapılmış, dalları sallanan latif ağaç tasvirleri.
mürekkeb: terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış, karışmış, meydana gelmiş.
mürekkebât: mürekkepler, birkaç elemandan meydana gelen şeyler.
Mürettib: her şeyi tertip ve düzene sokan Allah.
mürid: Allah'ı isteyen, Onun rızâsına kavuşmayı arzu eden.
mürselin: Allah tarafından insanları irşad için gönderilen peygamberler.
mürşid: irşad eden, doğru yolu gösteren.
mürşidi-i alim: irşad eden, aydınlatan elim.
mürşid-i mutlak: herşeyin mürşidi.
mürşid-i Rabbâni: Rabbânî mürşid, doğru yolu gösteren.
mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek.
mürtezık: rızıklanmış, rızık bulmuş olan.
mürür: geçmek, gitmek; bir taraftan girip öteden çıkmak; sona erme.
mürûr-u a'sar: asırların geçrnesi.
mürûr-u zaman: zamanın geçmesi; zaman aşımı, zamanla.
müsaade: izin.
müsâbaka: yarışma.
müsâbakât: müsabakalar, yarışmalar.
müsâdeme: çarpışma, vuruşma, birbirine çarpma.
müsâleme: iki taraf arasında barış olması. Barışıklık.
müsâmaha: hoşgörü, kusuru görmezlikten gelme.
müsâvât: eşitlik.
müsâvi: birbirine denk, eşit, aynı seviyede olan
müsbit: ispat eden.
müsebbeb: netice; sebeplerden sonra meydana gelen şey, sebepleri, vesileleri mevcut olan.
müsebbebât: bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar, neticeler.
Müsebbibü'l-Esbab: bütün sebeplerin yaratıcısı olan ve onları emrinde bulunduran Allah.
müsebbih:tesbih eden.
müsekkin: teskin eden, uyuşturan. Ağrı ve elemi izâle eden.
müsellem: teslim olunmuş. Tasdik edilmiş. Doğruluğu şeksiz şüphesiz kabul edilmiş.
müsellemât: sağlam ve doğruluğunda şüphe olmayan kâideler.
müsellemât-ı şer'i: doğruluğuna şüphe olmayan, şeriatın hükümleri; kabul ve tasdik edilmiş genel düsturları.
müselsel: birbirine bağlı,. arka arkaya gelen.
müsemmâ: isimlendirilen, isim sâhibi.
müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik ve isim sahibi.
Müseylime-i Kezzâb: yalancı Müseyleme. Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemameli bir yalancı, peygamberlik iddiâ ederek maskara olmuş. Hicri 11. yılda öldürülmüştür.
müskir: sarhoş edici içki.
müsmir: meyvedâr, meyveli, meyve veren; hayır ve fayda veren.
müspet: olumlu, uygun, yapılması memnuniyet veren, pozitif.
mûsrif: israf eden.
müstağni: kimseden bir menfaat beklemeyen, başkalarına ihtiyaç duymayan, gözü ve gönlü tok.
Müstağnî-i Alelıtlak: mutlak surette hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat herşeyin Ona muhtaç olduğu Allah.
müstağni-i mutlak: sûret-i katiyyede ihtiyacı olmamak.
müstağniyetün anha: kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.
müstağrak: gark olmuş, dalmış
müstahsen: istihsan edilen, beğenilen.
müstahsin: beğenen, iyi. bulan, takdir eden.
müstaid: istidat ve kabiliyet sahibi olan. Zeki ve akıllı kimse, uyanık, anlayışlı.
müstakar: karar bulan, bir yerde sâbit ve sâkin duran, kararlı, karargâh, durulan yer.
müstakbel: ilerideki, gelecek; gelecek zaman, istikbâl edilen.
müstakim: istikâmetli, istikâmette giden, doğru yolda olan.
müstakil: bağımsız, hür, başlı başına.
müstebit: diktatör, zulûm ve baskı yapan. Başkasının hukukunu elinden alan.
müstehak: hak eden, hak etmiş, kendisi kazanmış.
müstehziyâne: alay edercesine.
müstekreh: tiksinilen.
mûstemi: dinleyen, dinleyici.
müstemid: medet isteyen. Yardım dileyen.
müstemir: yerleşmiş, devam eden, sürekli, arasız.
müstemirren: yerleşmiş, kesinleşmiş, yaygın hâle gelmiş.
müstenid: bir şeye dayanan, dayanmış.
müstesnâ: ayrı muâmeleye tâbi tutulan, kâide dışı bırakılmış olan.
müstetir: örtülmüş, setredilmiş, gizlenmiş.
müstevli: istilâ eden, zapt eden; işgalci.
müsvedde: karalama, temize çekilmek üzere yazılan.
müş'ir: bildiren, haber veren
müşâbehet:. benzeme, benzeyiş.
müşâbih: benzeyen,. benzer.
müşâhedât: gözle görünen şeyler, keşifle seyredilenler; görülenler.
müşâhede: görme, seyretme, şâhit olma.
müşâhit: görerek inceleyen, gözcü.
müşâkele-i cinsiye: akrâbalık yakınlık. Aynı soydan. Soya çekim.
müşâkelet: benzeyiş. Şekildeki, cinsi benzeyiş.
müşerref: şereflendirilmiş, şerefli, şereflenen.
müşerrefiyet: şeref bulma, şerefli bir muhâtabiyet. Şerefe mazhar olma.
müşerri: şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren.
müşevveş: karmakarışık, düzensiz anlaşılmaz.
müşevveşiyet: karışıklık.
müşevvikâne: teşvik edercesine.
müşfik: şefkatli, acıyan.
müşfikâne: şefkatlice.
müşir: mareşal.
müşiriyet: mareşallik.
müşkülât: zorluklar, güçlükler, çetin şeyler.
müşrik: Allah'a ortak koşan.
müştak: çok özleyen bir ayna; birçok yönleriyle Allah'ın isimlerine olduğu gibi, sonsuz güzelliğini de göstererek ve Ona âşık olarak bir nevi aynalık yapan insan.
müştakâne: özlercesine, can atarcasına, şevkle, çok isteyerek.
müştehir: açılmış, yayılmış, dağılmış, duyurulmuş.
müştehiyâne: iştahlı bir şekilde.
müştehiyât: nefsin hoşuna giden ve iştahla yenen şeyler.
müşteki: şikâyetçi.
müştemil: kavrayan, içine alan.
müştemilât: bir şeyin içine aldığı şeyler; eklentiler.
müşterek: iştirak etmek, beraber olmak.
Müşteri: Jüpiter gezegeni.
müstağni: kimseden bir menfaat beklemeyen bir şey istemeyen, kimseye ihtiyacı olmayan.
mütâlâa: bir işi düşünme; okuma; tetkik etme, etraflıca düşünme.
mütâlâagâh:etraflıca düşünme,. okuma ve inceleme yeri.
mütâlea: bir işi etraflıca düşünmek, okumak, incelemek.
mütâreke: ateşkes. Karşılıklı olarak anlaşıp silah ve kuvveti bırakmak.
müteaddit: ayrı ayrı, birkaç, çeşit çeşit.
müteaffin: kokuşmuş, çürüyüp bozulan.
müteallik: alâkalı, bağlı.
müteallikât: taalluk eden şeyler.
müteâvin:yardımlaşan.
mütebahhir: ilmi deniz gibi derin olan, büyük. âlim olan, allame.
mütebahhirîn: geniş ve yüksek ilim sahibi olanlar.
mütebâid: uzaklaşan, birbirinden uzak bulunan.
mütebâki:geri kalan kısım.
mütebâyin: birbirine uymayan, birbirine zıt olan; birbirinden ayrı.
mütebeddil: değişen.
mütecâviz: haddini aşan, tecâvüz eden, saldıran.
mütecebbir: zorba, zor kullanan, cebir yapan; kibirlenen.
müteceddid:yenilenen, tazelenen, tecdit edilen.
mütecelli: görünme, tecellî etme.
mütecessid: cesed giymiş. Cesed hâline gelmiş.
mütecessis: araştıran, meraklı, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan.
mütecezzi: parça parça olan, ufalanan.
mûtedâhil: birbiri içinde, iç içe.
mütederric: derece derece ilerleyen, hareket eden.
mütedeyyin: dindar, dinî emirlere ve yasaklara uyan.
müteellim: acı çeken, elemli ve kederli olan.
müteessir:tesir altında kalmış, üzülmüş veya sevinmiş, hissiyatına dokunmuş, üzüntülü.
müteezzi: ezâ duyan, üzgün, incinen, cefâ gören.
mütefâvit: çeşitli, farklı.
mütefekkir: insanlığın ve Müslümanların problemlerini ve çârelerini çok düşünen, âlim kişi.
mütefekkirâne: tefekkür ederek, düşünerek; düşünenlere has şekilde.
mütefennin: fen adamı, teknik işlerle uğraşan.
müteferrik: çeşitli kısım kısım, başka başka, dağınık
mütegâyir: mugayir olan, birbirine zıd olan.
mütegayyir: değişen, değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş.
mütehakkim: zorba, zorbalık eden.
mûtehakkimâne: zorbaca.
mütehâlif: birbirine muhâlif olan, birbirine uymayan, birbirini tutmayan.
müteharrik: hareket eden, hareketli, tahrik edilen.
mütehassıs: bir meslekte mahir olan, bir işin hakikatini iç yüzünü çok iyi bilen, belirli bir sâhada derinleşen.
mütehavvil: bir halde durmayıp başka şekle giren, değişen.
mütehayyir: hayrete düşen, şaşıran, ne yapacağını bilemeyen.
mütekâtı': ayrı ayrı, kesik kesik.
mütekellim-i maalgayr: başkaları adına konuşan.
mütekellim-i vahde: kendi şahsî namına konuşan. 1. tekil şahıs.
mütekellim: konuşan.
mütekellimin: iman esaslarını izah ve ispat eden âlimler, kelâmcılar.
mütekerrir: tekraren. Defalarca.
mütelemmi: parıldayan.
mütelezziz: memnun, lezzetlenmiş.
mütelezzizâne: lezzet alıcı olarak, lezzet almak sûretiyle.
mütemâdiyen: aralıksız, durmadan, devamlı sûrette.
mütemeddin: medenileşmiş, şehirleşmiş.
mütemerrid: inatçı,. dik kafalı, hakkı kabul etmekte direnen.
mütemessil: bir şeye benzeyen, suretine giren.
mütenâhî: sonu belli olan, sınırlı.
mütenâkız: birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden.
mütenâsip: uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, birbiriyle uygunluk arz eden.
mütenevvi: çeşit çeşit; çok çeşitli.
müterâkim: birikmiş, yığılmış.
müterakki: terakkî etmiş, yükselmiş ve ilerlemiş olan.
mütereddit: iki şey arasında gidip gelen, kararsız olan, tereddütte kalan
mûtesâllib: dayanıklı, sağlam, metin.
mûtesânid: birbirine dayanıp kuvvet alan, tesânüd eden.
mütesaviyyü't tarafeyn: iki tarafın birbirine eşit olması
müteselsil: birbirini tâkip eden, zincirleme, arasız, uzayıp giden.
müteşâbih(e): birbirine benzeyen; (fıkıhta)| Kur'ân ve hadislerdeki mânâsı açık olmayıp, mecâzî mânâlar taşıyan ifâdeler.
müteşâbihât: müteşâbih olan âyetler; birbirine benzer olanlar.
müteşekkil: birleşmiş, meydana gelen, şekillenen.
müteşekkir: şükreden, teşekkürlerini bildiren.
müteşekkirâne: şükrederek.
mütevakkıt: bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan.
mütevassıt: orta derecede, orta halli.
mütevâtir: yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği haber.
mütevâzi: alçak gönüllü, büyüklenmeyen.
mütevâziâne: alçak gönüllülükle..
müteveccih: yönelmiş, dönmüş, bir yere doğru yola çıkan.
müteveccihen: doğru, yönelerek.
müteyakkız: uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan.
mütezellilâne: zelîl olarak, kendi hiçliğini bilir sûrette kusur ve aczini anlamakta.
müthiş: dehşet veren, korkutan.
müttakî: günahlardan çok sakınan, dinin emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçmakta büyük gayret gösteren.
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilen mesele, hakkında ittifak edilmiş olan.
müttefik: bir olunan, birleşilen, ittifak edilen.
müttefikan: ittifakla, birleşerek, el birliğiyle, sözbirliği ederek.
müttehit: ittihat eden, birleşen.
müvellid: tevlid eden, doğuran; doğurtan kimse, meydana getiren.
müvellide: doğuran.
müvellidü'l-humuza: ekşilik, oksitlenme meydana getiren, oksijen.
müvellidü'l-mâ: hidrojen.
müvesvis: vesvese veren, şüpheye sevkeden.
müz'iç: usandıran, rahatsız eden, bunaltan, sıkıntı veren.
müzâhamet: birbirine zahmet verme, izdiham meydana getirme.
mûzâheme: birbirine zahmet vermek.
müzahraf: süprüntü, pislik.
müzahrafât-ı arziye: dünyanın pislikleri ve süprüntüleri.
müzahrafât: süprüntüler, yaldızlı pislikler; süslü yalan sözler.
müzehheb: altın suyu ile,parlatma. A1tınlama.
müzehher: çiçekli.
müzekkâ: temizlenmiş, tezkiye edilmiş.
müzevver: uydurulmuş, düzme; fitne, dedikodu.
müzeyyen: süslü.
müzeyyenât: süslü şeyler.
Müzeyyin: her şeyi süslendiren Allah.
müzmin: eskimiş, üzerinden zaman geçmiş, zamanla yerleşmiş olan hastalık, kronik.
N:
naarât-ı ra'diye: şimşek, gök gürlemesinin çıkardığı nâralar, haykırışlar.
nâdan: câhil, haddini bilmez.
nâdim: pişman.
nâdir: eşine az rastlanan.
nadire-i hikmet: bir maksat için benzersiz yaratılmış.
nafaka:geçim için lüzumlu olan şey, yiyecek parası.
nafaka-i uhreviye: âhiret hayatın mutluluk içinde geçmesine vesile olacak îman ve ibâdet gibi iyi işler.
nâfi: nefyeden, yok diyen; inkâr eden.
nâfi': menfaatli, faydalı, yarar, şifalı.
nâfiz: içe işleyen, delip geçen, içeri giren, tesirli.
nağamât: nağmeler, güzel sesler.
nağamât-ı emvâc: dalgaların çıkardığı nağmeler, sesler.
nağamât-ı hazine: üzüntü veren nağmeler.
nağamât-ı zikriye: Allah'ı zikir nağmeleri.
nağme: âhenk, güzel, ses, âvaz, ezgi, tegannî.
nahîf: çelimsiz, zayıf, ince.
nahl: arı.
nahnü: biz.
nâhoş: hoş olmayan, hoşa gitmeyen.
nahv: yol, cihet, etraf, yön, misal, miktar; gramerde| kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemleriyle ilgili kaideleri içine alan ilim; nahiv ilmiyle Arapça cümlelerdeki kelimelerin yeri ve usulü bilinir, kelimelerin cümledeki vazifeleri öğrenilir ve cümle tahlili yapılır; sentaks.
nâil: kavuşma, erme; kavuşan, eren.
nâkıs: noksan, eksik, tamam olmayan.
nâkızeyn:iki zıt.
nâkile:nakledici âlet.
nakkaş:nakış yapan, süsleyen.
Nakkâş-ı Alim: her şeyi bilen ve her şeyi nakışlı yaratan Allah.
Nakkâş-ı Ezeli: evveli olmayan, her şeyi en güzel şekilde nakşeden, işleyen Allah.
Nakkâş-ı Zülcelâl: celâl sahibi ve her şeyi nakışlı ve süslü yaratan Allah.
nakl (nakil): bir bilgiyi kitap ve sünnet gibi kaynaklara dayanarak anlatmak.
nakl-i asvât: seslerin nakledilmesi.
nakliye:nakille ilgili.
naks:noksanlık, eksiklik.
nakş (nakış): işleme, süsleme; bir şeyi çeşitli. renklerle âhenkli ve düzenli bir şekilde boyamak.
nakş-ı acib-i sanat: san'atın şaşırtıcı nakşı.
nakş-ı âzam: en büyük nakış, süsleme.
nakş-ı ekmel: en mükemmel nakış.
nakş-ı hikmet: hikmet nakşı, hikmet süsü.
nakş-ı i'câz: mu'cizelik nakşı.
nakş-ı kalem: kalemin nakşı.
nakş-ı kalem-i kudret: kudret kaleminin nakşı, her biri çeşitli mânâlar ifâde eden yazılar yazan bir kalem gibi bin bir mânâlı ve hikmetli varlıkları yaratan Allah'ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan nakış.
nakş-ı kilkî: bir kalem ya da kamışın ucuyla yapılan nakış.
nakş-ı nakkâş-ı ezel: evveli olmayan, ezelî nakşedicinin nakşı.
nakş-ı nazm-i i'câzi: mu'cizelikle. ilgili nazma âit nakış, bir nakış gibi muntazam ve güzel olan Kur'ân'ın âyetlerindeki mu'cizelik.
nakş-ı nezîh-i sanat: sanatla, incelikle işlenmiş nakış.
nakş-ı sanat: san'at nakşı, san'at süsü.
nakş-ı semâvî: her insanın yüzüne Allah tarafından nakşedilen ve Onun varlık ve birliğine işaret eden nakış.
nakş-ı Vahdet: birlik nakşı ve sembolü.
nakz: bozmak, kırmak, çözmek, bir hükmü yok sayma.
nâm: isim, ün, şan.
nâmdar: nam sahibi.
nâme-i nur: nur sayfaları. Nurlu metinler.
nâmi (nâmiye): büyüyüp gelişen.
nâmus: kânun.
nâmus-u ikram: ikramda bulunma kânunu, âdeti.
nâmus-u şefkat: şefkat kânunu. Şefkat prensibi.
nâmus-u zihayat: Canlılara mahsus işleyen kânun-u İlâhî
nâmuvâfık: uygunsuzluk. Olumsuzluk.
namzet: aday, istenilen.
nâpâk: temiz olmayan.
nâr: ateş.
nâr-ı aşk: aşk ateşi.
nâr-ı beyzâ: "akkor, beyaz ateş" mânâsında olan bu tâbir fizikte 1800 derece kadar olan sıcaklıkta erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir.
nâr-ı hayat: hayat ateşi ve sıcaklığı.
nâs:insanlar.
Nasarâ: Hıristiyanlar.
nasâyih-i hafiye: gizli nasihatlar, henüz vüzuha kavuşmamış bilgiler.
nasihat: öğüt.
nasip: pay, hisse, kısmet.
nâsiye: çehre, yüz.
Nasrâniyet: Hıristiyanlık. İsevilik.
nass: Kur'ân veya hadîsin açık ve kesin hükmü.
nass-ı hadis: hadîsin açık ve gerçek ifâdesi.
nass-ı katî: Kur'ân ve Hadis'in hükmüyle kesinlik kazanan hususlar.
nass-ı Kur'ân: Kur'ân'ın kesin hükmü.
nâşize: kocasına karşı üstünlük taslayan kadın.
nâtık: konuşan, dile getiren, söyleyen.
na'y: ölüm haberi.
nazâir: nezireler, benzerler, örnekler.
nazar: bakmak, bakış, göz atmak, düşünmek.
nazar-ı Ahmedî: Hz. Muhammed'in (a. s. m. ) bakışı; nezâret ve himâyesi.
nazar-ı beşer: insan gözü, insan bakışı.
nazar-ı dalâlet:. dalâlet gözü, sapıklık bakışı; dalâlet gözüyle bakış.
nazar-ı dekâik aşinâ: incelikleri bilen bakış. İbret nazarı.
nazar-ı dikkat: dikkat bakışı, dikkatli bakma.
nazar-ı ehemmiyet: en önemli bir bakış.
nazar-ı gaflet: birşeyin asıl mânâ ve mâhiyetini idrak edemeden bakmak.
nazar-ı gaybbîni: gaybı gören göz.
nazar-ı hikmet: hikmet gözüyle bakmak. Asıl maksadı. düşünerek bakmak.
nazar-ı ibret: ibretle bakma, ibret nazarı.
nazar-ı inâyet: yardım ve koruma altında.
nazar-ı insaf: insaf gözü.
nazar-ı istiğrâb: hayret bakışı, garip ve şaşırtıcı bularak bakma.
nazar-ı istihsan: beğenerek bakma.
nazar-ı külli: her şeyi görebilen bakış.
nazar-ı muhabbet: severek bakmak.
nazar-ı müsâmaha: hoşgörüyle bakma, müsâmaha gözü.
nazar-ı nübüvvet: peygamberlik bakışı, görüşü.
nazar-ı rağbet: dikkat ve bakışların bir tarafa yönelmesi.
nazar-ı şehvet: şehvet bakışı.
nazar-ı şuhûd: şâhitlerin görmesi ve incelemeleri.
nazarı şuhud ve işhâd: hem kendisi görme; hem de başkasına gösterme bakışı.
nazar-ı umumi: genel bakış, genel anla
nazar-ı zâhirî: zâhiri nazar, dış görünüşe ehemmiyet vererek bakma.
nazarendâr: bakınan; nazar eden.
nazargâh: bakacak yer. Görüntü yeri.
nazargâh-ı enâm: bütün yaratıkların baktığı yer.
nazari: nazara ve düşünceye âit, yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş halde bulunan bilgi.
nazariyât: görüşler, düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş, kesinleşmemiş ilmi görüşler.
nazariyât-ı şer'iye: şeriat dahilinde olup henüz kesinleşmemiş hususlar.
nazdar: nazlı, naz yapan.
nâzen:nâzik, ince, zayıf.
nâzenin:ince, nâzik, latif, nazlı.
nâzeninâne:nâzikçesine.
nâzır-ı mâhir: hünerli bakıcı.
nâzır-ı umumi: bütün yeryüzüne nezâret eden, bakan Hz. Mikâil'in bir ismi.
nâzır: nazar eden, bakan, idâre eden.
nazif:temiz, pâk, nazik.
nazir(e): benzer.
nâzik: nezâketli, terbiyeli, zarif, ince, dayanıksız; ehemmiyet verilmesi gereken; tehlikeli husus.
nâzil: inen, nüzul eden, yukarıdan aşağıya inen, bir yere konan.
nazm: sıra, tertib, kafiyeli, vezinli söz, şiir; dizili olan şey; Kur'ân'ın âyetleri.
nazm-ı garib-i hikmet: hikmetin hayret veren düzeni.
Nazzam-ı kevn: kâinata nizam veren Allah.
nebat: bitki.
nebâtât: bitkiler.
nebâti: bitki cinsinden, bitkiye âit, yerden biten cinsten olan.
nebeân: kaynayıp yerden çıkmak, pınar suyunun çıkışı, fışkırmak.
nebi: peygamber.
nebiyy-i peygamber: nebi ve peygamber.
nebie: az miktar, cüz'î, bir şeyin artığı.
necâset:pislik, kazurat, murdarlık.
necât: kurtuluş, selâmet.
necis: pis, murdar.
necm (necim): yıldız.
necm-i âyet: âyetin yıldızı.
necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız.
nedâmet: pişmanlık, pişman olmak.
nef':fayda, yararlılık.
nefer: asker, er.
neferât: neferler, askerler.
nefh-i Sûr: dört büyük melekten biri olan Hazret-i İsrâfil'e âit Sur'a üflemek.
nefisperest: nefsin arzularına aşırı derecede uyan.
nefisperver: nefsini seven.
nefisperverâne: yaratılan bir şeyin zâtını zâtı için, nefsi için sevmek.
nefret: tiksinmek.
nefrîn: lânet, beddua; sövüp saymak.
nefs (nefis):can, kişi, kendi, öz varlık; insanı dâimâ kötülüğe ve maddi isteklere sevk eden kuvvet.
nefs-i amel: amelin kendisi.
nefs-i bihuş:akılsız nefis.
nefs-i emmâre: insanı kötülüğe teşvik eden içindeki hayvâni duygu; kötülüğü emreden nefis.
nefs-i hakîkat: hakîkatin kendisi.
nefs-i ibâdet: ibâdetin kendisi.
nefs-i ihbar: haber vermesi. Bildirmesi.
nefs-i insâniye: insanda bulunan, kötülüğü isteyen duygu. İnsanın kendisi.
nefs-i kâfir: kâfirin nefsi.
nefs-i nâdan: câhil, haddini bilmez nefis.
nefs-i pürheves: istek ve arzularla dolu nefis.
nefs-i pürvesvâs: çok vesveseli nefis, çok şüpheci nefis.
nefs-i rezile: rezil nefis.
nefs-i serkeş: isyan eden nefis.
nefsâni: nefsin hoşlandıkları.
nefsi: nefse âit ve onunla ilgili, nefisten kaynaklanan.
nefsü'l-emir: aslında, hakîkatin kendisi, işin hakikati.
nefy (nefiy): sürgün etme, olumsuz olma, yokluk; yok sayma, inkâr, reddetme.
nefy-i nefy: yokluğun yokluğu.
nefy-i ulûhiyet: ilâhlığın inkârı, reddi.
nehâr: gündüz. Gün aydınlığı.
nehâri: gündüzlü, gündüz ile alâkalı ve gündüze âit, yatılı olmayan mektep veya talebe.
nehr-i azîm: büyük bir nehir gibi akıp giden zaman.
nehy (nehiy): sakındırma, yasaklama.
nehy-i İlâhî: Allah'ın yasaklaması.
nekâis: noksanlıklar, eksikler.
nekâl: şiddetli azap, işkence ve ukubet.
Nemrud: zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allah'a isyan ve küfür ile büyüklük taslamış bir kral olup, Hz. İbrahim (a. s. ) zamanında yaşamış, onu ateşe atmış, ancak Hz. İbrahim mu'cize olarak yanmadan kurtulmuştur. Nemrud'un özelliklerini taşıyan insanlara da bu ad verilir.
Neptün: Güneş sistemindeki gezegenlerden biri.
nesc: dokuma, örme.
nesc-i nakş: nakşın dokuması.
nesim: hoşa giden, hafif ve latîf esen rüzgâr.
nesir: şiir ve manzum şekilde olmayan yazılar. Düz yazı.
nesl-i âti: gelecek nesil.
nesl-i cedid: yeni nesil.
nesl-i mübârek: mübârek nesil.
nessâc: dokuyan. Dokumacı.
neş'e-i uhrâ: ikinci diriliş. Haşirde yeniden vücuda ruhun gelmesi.
neş'e-i ulâ: ilk hayat. Ruhun bedene girmesiyle dünyaya ilk gelişimiz.
neş'et: meydana gelmek, vücuda gelmek, yetişmek,. çıkmak, kaynaklanmak.
neşîde: şiir, manzume, ilâhi
neşr (neşir): yayma; Kıyâmetten sonra insanların bir yerde toplanmaları ve tekrar dağılıp yayılmaları.
neşr-i ahkâm-ı Kur'âniye: Kur'ân hükümlerinin yayılması.
neşr-i dünyeviye: dünyevi neşir, dünyadaki varlıkların, hayvanların ve bitkilerin dağılıp yayılmaları.
neşr-i envar: nur yaymak, nurları saçmak.
neşr-i insâni: insanın diriltilmesi.
neşr-i suhuf: insanın bütün yaptıklarının yazıldığı sayfaların açılması, yayınlanması.
neşv ü nemâ: büyüme ve yetişme, gelişme.
netâic: neticeler, sonuçlar.
netâic-i âliye: neticesi güzel, mükemmel ve yüksek olan.
netâic-i amel: amellerin neticesi; yapılanların hesabı.
netâic-i efkâr: fikirlerin neticesi.
netâic-i hayat: hayatın neticeleri.
netâic-i hidemât: hizmetlerin neticeleri.
netâic-i rahmet: rahmet-i İlâhiyenin neticeleri.
netâic-i uhreviye: Âhiretteki durum.
netâic-i uzmâ: hikmetli, azâmetli ve mühim neticeler.
netâic-i vahîme: şüphe ve vesvesenin bir neticesi.
netice: sonuç.
netice-i câmia: çok mânâları ve özellikleri içine alan ve bir çok şeyle alakalı olan netice.
netice-i efkâr: fikirlerin neticesi.
netice-i hareket: verilen vazifenin sonucu.
netice-i hayat: hayatın neticesi.
netice-i hilkat: yaratılışın neticesi.
netice-i hilkat-i beşeriye: insanın yaratılışının neticesi.
netice-i hilkat-i insâniye: insanın yaratılışının neticesi.
netice-i hilkat-i semâvât: göklerin yaratılış neticesi.
netice-i ıztırar: çâresiz bir hale düşmek.
netice-i imtihan: imtihan neticesi.
netice-i kelâm: sözün neticesi.
netice-i meram: gâye ve maksadın neticesi.
netice-i muzırra: zararlı netice.
netice-i nîmet-i sâbıka: geçmişte verilen nimetin neticesi.
netice-i sa'y: çalışma ve gayretlerin neticesi.
netice-i sanat: sanatın neticesi..
netice-i uhreviye: âhiretteki netice.
nev: çeşit, sınıf, cins, tür.
nev-i beniâdem: âdemoğlu, insan.
nev-i beşer: insan nev'i, insanlık, bütün insanlar.
nev-i hayvanât: hayvanlar çeşidi.
nev-i insan: insan nev'i.
nev-i tohum: tohum çeşidi.
nev-i Vahid: bir tek şahıs. Tek başına.
nevâhi: yasaklar, nehiyler.
nevâmis: kânunlar, nâmuslar, şeriatler.
nevâmis-i İlâhiye: Allah'ın kânunları.
nevâi: tatlı ve âhenkli ses.
nevi: neve âit ve ilgili, çeşit, sınıf, cins.
nevm:uyku.
nevm-i gaflet:gaflet uykusu.
nevmâlüd: uykulu.
Nevruz: Celâlî takvimine göre yılbaşı; baharın başladığı ilk gün (21 Mart).
neyyirât: nurlular, nur saçanlar.
neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri.
nezâfet: temizlik.
nezâhet: ahlâk temizliği. Temizlik. İncelik. Rikkat.
nezâir: örnekler, benzerler.
nezâret:bakmak, seyir bakış; nâzırlık etmek, gözetmek; reislik, bakanlık.
nezâret-i şâhâne: padişahın idâre ve kontrolü.
nezih: temiz, pâk, iyi, hoş, güzel.
nısf: yarı.
nısf-ı arz: dünyanın yarısı.
nısf-ı ekall: yarıdan az.
nısf-ı ekser: yarıdan çok.
nısf-ı kutr: yarıçap.
nimet: Allah vergisi olan her hoşa giden şey; iyilik, ihsan, giyecek ve yiyecek gibi şeyler.
nimet-i İlâhiye: Allah'ın verdiği, ihsan ettiği her şey.
nimet-i vücud:vücud nimeti, varlık nimeti, yaratılan nimetin vücudu.
nimetdide:nimet gören, nimete kavuşan.
nimetperverâne: nîmetle besleyerek.
niam:nimetler, yiyecekler.
niâm-ı Cennet: Cennet nimetleri.
niâm-ı İlâhi: Allah'ın nimetleri.
niâm-ı İlâhiye: Allah'ın türlü nîmetleri.
nida-i hâcet: ihtiyaç lisânı. İhtiyaç çağrısı.
nidâ: seslenmek, yalvarmak.
nidd:misil, denk.
nifak: dıştan Müslüman göründüğü halde inanmamak, ikiyüzlülük, dinde riyâ.
nigâh: bakış.
nihâyât: nihâyetler, sonlar, neticeler.
nihayet: son.
nihayet-i tahkik: araştırmanın sonu.
nihayetsiz: sonsuz, sınırsız.
nikap: yüz örtüsü, peçe, perde, örtünme.
nikbin: iyimser, her. şeyin güzel tarafını gören.
nikmet:nimetsizlik, faydasızlık, zarar, nimetin zıddı; şiddetli cezâ.
Nil-i mübarek: mübârek Nil, Mısır'ın en büyük nehri.
nimbedevi: köy hayatı gibi, yerleşik fakat medeniyetten uzak yaşama tarzı.
nimmanzum: yarı manzum tür şekilde.
nimmedeni: az gelişmiş; yarı medenileşmiş
nimnurâni: yarı nurâni
nimşeffaf: yarı şeffaf. Saydam.
nisâ-i dünyeviye: dünyadaki eşler, hanımlar.
nisbet: alâka, bağ; derece, münâsebet, yakınlık, bağlılık, oran, ölçü; rağmen, inat olarak, inat olsun diye.
nisbet-i Rabbâniye: Allah'a bağlılık; kalb yoluyla Allah'a olan yakınlık.
nisbet-i ref': kalkma oranı.
nisbeten: göre, nisbetle, kıyaslanarak, öncekine göre, bir dereceye kadar, şöyle böyle.
nisbi: kıyaslama ile olan; diğerine öncekine göre; alt üst, sıcak soğuk gibi biribirsiz olmayan vasıflar.
niseb: ölçüler, dengeler.
nisyân-ı mutlak: karanlığa ve yokluğa mutlak mahkumiyet.
nisyan: unutmak. Hatırdan çıkarmak.
nisyân-ı nefs: nefsini unutmak, orada yok farzetmek.
nişan: iz, alâmet, işaret.
nişâne-i tasdik: doğruluğunu gösteren işaret.
niyaz: yalvarma, yakarma, duâ.
niyaz-ı istirhamkârâne: merhamet isteyerek duâ etmek, yalvarmak.
niyazdar: duâ eden, yalvaran yakaran.
niyet: kast, kalbin bir şeye yönelmesi; (fıkıhta)| yapılan bir vazife ile Allah'a taatta bulunmayı ve Ona mânen yaklaşmayı kasdetmektir.
niyeten: niyet olarak.
niyyet-i hâlise: saf ve temiz niyet.
nizâ: çekişme, kavga.
nizam: düzen, ölçüler, kâideler; usül ve esaslardaki uyumluluk.
nizâm-ı ahsen: güzel ve mükemmel düzen.
nizâm-ı âlem: âlemin düzeni.
nizâm-ı ekmel: mükemmel bir nizâm ve düzgünlük.
nizâm-ı fıtrat: yaratılıştaki düzen.
nizâm-ı garip: şaşırtıcı düzen.
nizâm-ı kaderi: kadere âit bir düzen.
nizâm-ı kânun: kânun gereği, disiplinli.
nizâm-ı kevn: mevcudâtın, kâinatın nizamı, düzeni.
nizâm-ı umumiye: her yerde geçerli olan düzen.
nizâmât: düzenler, düzenlemeler..
nizâmât-ı âlem: âlemin düzenliliği.
nizâmât-ı âliye: yüksek ve mükemmel nizam
nizâmât-ı askeriye: askerî kânun ve kâideler. Askerî disiplin.
nizâmât-ı külliye: her yerde geçerli olan nizamlar.
nizâmât-ı muayyene: belirli ölçüler. Yapılmış düzenlemeler.
nizâmât-ı umumiye: kâinatta cereyan eden umumî kânun ve kâideler.
noksaniyet: eksiklik.
nokta-i istimdat: medet ve yardım istenecek nokta, makam.
nokta-i istinad: dayanak noktası, dayanma yeri.
nokta-i ittisal: bitişme noktası, bağlılık noktası.
nokta-i kemâl: en olgun ve mükemmel seviye.
nokta-i merkeziye: merkezi nokta. Dâirenin merkezi.
nokta-i mihrâkiye: hareket noktası, odak noktası; pek çok İlâhî, ismin tecelli ettiği nokta.
nokta-i müntehâ: son nokta.
nokta-i nazar: bakımından, bakış açısı, bakış noktası.
nota: birşeyi sonradan hatırlamak için konulan işaret.
nöbettar: nöbetçi.
nukuş: nakışlar, işlemeler.
nukûş-u âliye: yüksek nakışlar.
nukûş-u esmâ: Cenâb-ı Hakkın isimlerinin sanatlı ve süslü görüntüleri.
nukûş-u esmâ-i İlâhiye: Cenâb-ı Allah'ın isimlerinin nakışları.
nukûş-u esmâ-i Rabbâniye: Allah'ın isimlerinin nakışları.
nukûş-u kalem-i kudret: kudret kaleminin nakışları.
nukûş-u sanat: sanat nakışları, işlemeleri.
nukûş-u tecelliyât: tecelli eden, ortaya çıkan sanatlı nakışlar.
nûr-u Ahmedî: Peygamberimizin (a. s. m. ) nûru.
nûr-u âsumâni: gök nuru.
nûr-u âzam-ı Nübüvvet: Peygamberimizin o büyük nuru.
nûr-u ezelî: Ezelî Zât olan Allah'a dayanan ve kâinatı aydınlatan nur.
nûr-u hakikat: hakîkat nuru.
nûr-u hakikatedâ: hakikatli bir nur.
nûr-u hayat: hayatın nurlu yüzü
nûr-u hidâyet: doğru, hak ve hakikat ve iman yolunun ışığı, nûr-u îman îmandan gelen nur, aydınlık, parlaklık.
nûr-u İlâhi: Allah'ın verdiği nur.
nûr-u İslâmiyet: karanlık kalpleri aydınlatan. İslâm fütûhatı.
nûr-u kabir: kabir nuru
nûr-u kast: her şeyde bulunan nurlu cephe; nurâni yüz.
nûr-u Kur'ân: Kur'ân'ın nuru.
nûru mârifet: Allah'ı tanımanın meydana getirdiği nur, ışık.
nûr-u münbasit: yayılan, genişleyen, inbisat eden nur.
nûr-u Nübüvvet: Peygamberimizin (a. s. m. ) nuru.
nûr-u ruh: ruhun aydınlığı, parlaklığı, sâfiliği.
nûr-u Tevhid: Tevhid nuru. Allah'ın birliğini güneş. gibi gösteren.
nûr-u Vahdâniyet: Allah'ın birliğinin parlaklığı, ışığı.
nûr-u Vahdet: Allah'ın birliğinin nuru; fikri aydınlığı.
nûr-u vücud: varlık nuru, nurun kendi vücudu.
nûrâni: aydınlık, parlak, ışıklanmış.
nurâniyet: aydınlık oluş, parlaklık.
nurefşan: nur saçan, nur yayan, etrafı aydınlatan
nûristân-ı Rahmân: rahmetiyle esirgeyen Allah'ın nurlu âlemi.
nûristan: nur ülkesi. Nurlu yer.
nûrun alâ nur: daha âlâ, daha iyi; nur üstüne nur.
Nûrü'l-Envar: nur saçan nur sahibi olan Allah.
nusüs: nasslar; Kur'ân ve hadîsin açık ve kesin hükümleri.
nûşe: şâd ve sevinçli. Mesrur olan. Tatlı şerbet içen.
nutfe: duru ve sâfî su; erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleşmiş şekli; zigot.
nutk (nutuk): konuşmak, haykırmak; söyleyiş, hitâbet.
nutukhan: nutuk okuyan, konuşma yapan.
nübüvvet: peygamberlik.
nübüvvet-i Ahmediye: Peygamberimizin (a. s. m. ) peygamberliği.
nücûm: yıldızlar.
nücûm-u âsumâni: gökteki yıldızlar.
nücüm-u âyet:yıldız gibi olan âyet.
nücûm-u sevâbite: sabit olan yıldızlar.
nücumperest: yıldızlara tapan.
nüfûs-u emmâre: kötülüğü emreden nefisler.
nüfûs-u habîse: kötü ve pis ruhlar.
nüfûs-u seb'a:yedi çeşit nefis| emmare, levvame, mülhime, mutmainne, râdiye, mardiyye, sâfiye.
nüfûz: sözü geçer olmak, sözü dinlenmek; bir yere işleyip geçmek; içine alan.
nühâs:bakır, duman.
nühûset:yaramazlık, uğursuzluk.
nükte: ince mânâlı söz; ancak dikkatle anlaşılabilen mânâ.
nükte-i belâgat: belâğat inceliği.
nükte-i ekber: en büyük ince mânâlı söz.
nükte-i esâsiye: mânâlardaki asil incelik. Can alıcı nokta.
nükte-i hakikat: ince, nezâket ve zerâfetli sözlerle anlatılan gerçekler.
nükte-i Tevhid: Tevhid nüktesi, inceliği.
nümune:örnek, misal.
nümune-i ekber: en büyük örnek.
nümune-i imtisâl: uymak, nümune kabul etmek.
nümunegâh: örneklerin bulunduğu yer.
nüsha: yazılı. şey, yazılı. bir şeyden çıkarılan suret.
nüsha-i câmia: bir çok mânâ ve maksadı toplayan, içinde bulunan.
nüsha-i musağğara: küçültülmüş nüsha.
nüsuc-u levhiye: dokunmuş, işlenmiş levhalar.
nüvat: nüveler, çekirdekler.
nüve: çekirdek, asıl, menbâ.
nüve-f emr-i Rabbânî: Allah'ın izin ve emriyle teşkil olunan çekirdek, tohum.
nüve-i imtisâl: öze bağlılık, asıl ile irtibatlı.
nüzhetgâh: seyir yeri, gezi, eğlence yeri.
nüzul: inmek, iniş.
R:
Rab:terbiye eden, besleyen, yetiştiren Allah.
Rabb-i Âlâ: her şeyden yüce olan Allah.
Rabb-i Azîm: sonsuz büyüklük sâhibi ve her şeyi terbiye eden Allah.
Rabb-i Hakim: sonsuz hikmet sahibi, her şeyi hikmetle yapan merhamet ve şefkatle idâre eden Âllah.
Rabb-i Hakim ve Kerim: sonsuz hikmet ve ikram sahibi, her şeyi hikmetle yapan, merhamet ve şefkatle idâre eden ve Allah.
Rabb-i Kerim: sonsuz ikram ve ihsan sahibi, her şeyi idâre ve terbiye eden Allah.
Rabb-i Rahim: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi, her şeyi idâre ve terbiye eden Allah.
Rabb-i Zülcelâl: celâl sahibi ve her şeyi terbiye eden Allah.
Rabbânî: Rabbe âit, Cenâb-ı Hakka dâir ve ilgili.
Rabbenâ: Rabbimiz.
Rabbü'l Alemin: âlemlerin Rabbi. Bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah.
râbıta: bağ, bağlayan, rabteden, bitiştiren.
râbıta-i dini: din bağı.
râbıta-i esas: birleştiren; bağdaştıran esaslar. Birleştirici esaslar.
râbıta-ı hayat: hayat bağı.
râbıta-i vahdet: birlik bağı.
râbia: dördüncü; salisenin altmışta biri.
râbian:dördüncü olarak.
rabt: bağlamak, bitiştirmek.
rabt. ı kalb: kalben bağlanma, gönül bağı.
râci': geri dönen; dâir, âit, alâkası olan, dokunur olan; (gramerde) bir şahıstan kinâye olan zamir.
râcih: üstün olan, kıymet ve fazîlet ve itibarı fazla olan, tercih edilen.
ra'd: gök gürültüsü.
ra'd-misâl:gök gürültüsü gibi.
Radyumvâri: etrafa radyasyon saçan Radyum elementi gibi.
Râfizî: Şii ve Râfıza fırkalarından bir taife; Hz. Ebu bekir ve Hz. Ömer'in (r. a. ) halifeliklerini kabul etmeyen namazsız, nizamsız ve itikadı bozuk olanlar.
rağbet:istek, arzu; bir şeyi beğenerek istemek.
rağm: inat, ters.
rahat-ı beşeriye: insanlığın rahatı.
rahat-ı kalb: kalb rahatlığı.
Rahim: sonsuz merhamet sahibi ve mahlukata çok şefkat eden Allah.
Rahim-i Hakîm: nihâyetsiz hikmetlerle rahmet ve bereketini ihsan eden Allah.
Rahim-i Kerim: çok merhametli ve ikramı bol olan Allah.
Rahîm-i Mutlak: sonsuz ve sınırsız merhamet sahibi Allah.
Rahim-i Zât-ı Zülcelâl: nihâyetsiz rahmet ve kudret sahibi olan Allah.
Rahim-i Zülcemâl: güzellik sahibi, yaratıklarına karşı sonsuz şefkat ve merhametli olan Allah.
Rahîmâne: şefkat ve merhametli bir şekilde.
Rahimiyet: merhamet edicilik, âhirette ebedi mükâfat vericilik vasfı.
rahm-ı mâder: ana rahmi.
Rahmân: çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların münâsip rızkını veren Allah.
Rahmân-ı Rahîm: dünya ve âhirette yaratıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah.
Rahmân-ı Zülcelâl: cemal ve güzellik sahibi ve her şeye merhamet edip münasip rızkını veren Allah.
Rahmâni: Rahman olan Allah'a âit.
Rahmânü'r-Rahim: sonsuz merhamet sahibi, her mahluka münâsip rızık veren ve yaratıklarına karşı çok şefkat eden Allah.
rahmet-i binihaye: sonsuz rahmet.
rahmet: şefkat etmek, merhamet etmek, esirgemek, acımak, ihsan etmek.
rahmet-i cemâl: İlâhî güzelliğin rahmet ciheti.
rahmet-i İlâhiye: Allah'ın sonsuz rahmeti.
rahmet-i mutlaka: sonsuz ve kayıtsız rahmet.
rahmet-i mücesseme: cisim hâline gelmiş rahmet.
rahmet-i Rahmân: yaratıklara sonsuz şefkat ve merhametle davranan Allah'ın rahmeti.
rahmet-i vâsia: bütün mahlükâtı içine alan genişlikte ve bol rahmet.
rahmet-i vâsia-i muhita: her şeyi kuşatan geniş rahmet.
Rahmeten li'l-i alemin: "Âlemlere rahmet olan" mânâsında Peygamberimizin (a. s. m. ) bir unvanı.
rahve: tecvidde| harf sükûn ile söylenirken sesin akması hâlidir ve böyle harfler ikiye ayrılır; birincisi rahve-i mechuredir ki, dad, zı, zel, gayın, ze, vav, yâ, elif harfleridir; ikinci kısım rahve-i mehmusedir ve fe, ha, se, he, şın, hı; sad, sin harflerinden meydana gelir.
raîyet: birisinin idâresine bağlı olanlar; halk; vatandaş.
raîyetperver: halka iyi bakan, iyi davranan, iyi idâre eden.
râik: hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
Rakîb: her şeyi görüp gözeten, kontrol eden Allah.
rakik: yufka yürekli ince merhamet ve şefkat sahibi olan.
râm: boyun eğme, itaat etme.
Ramazan-ı Şerit: mübârek Ramazan ayı.
rânâ: iyi, güzel, hoş, lâtif; pür ve revnak olan.
rasâs: kurşun, kalay, lehim.
rasat: gözetlemek, beklemek, pusuda olmak.
râsih: temeli kuvvetli, sağlam; bilgisi bilhassa dinî bilgileri geniş olan.
ra'şet: titreme, ürperti.
râvi: rivâyet eden, nakleden.
ravza-i Cinân: Cennet bahçeleri.
rayb: şüphe.
râyiha: hoş, güzel koku.
râyiha-i tayyibe: temiz ve güzel koku.
râz: sır, gizlilik.
recâ: ümit.
recm: taşlamak, taşa tutmak, insanı taşlayarak öldürmek.
recm-i şeyâtîn: şeytanların taşlanması.
recm-i şeytan: şeytan taşlanması.
recül-i fâcir: haram ve günaha dalmış adam.
red: kabul etmeme.
redd-i müdâhale: başkasının karışmasını kabul etmemek.
ree: akciğer.
re'fet: merhamet etmek, acımak.
re'fet-i Rabbâniye: Cenâb-ı Hakkın acıması.
ref': kaldırmak, lağvetmek, hükümsüz bırakmak.
ref'-i tesettür: tesettürün kaldırılması.
refah: huzurlu ve rahat olan.
refâkat: arkadaşlık, beraberlik.
refik: arkâdaş, ortak, eş, yardımcı, yoldaş.
refika: eş, arkadaş, yardımcı.
refîka-i hayat: hayat arkadaşı.
rehber: yol gösteren.
rehber-i kemâlât: güzellikleri, doğruları mükemmelen gösteren.
rehber-i mutlak: her bakımdan rehber.
reis: baş, başkan.
reis-i enver: en nurlu reis, çok parlak başkan.
rekât: namazın bir rüknü.
remiz: işâret, alâmet.
remiz: işaret, işâret etmek.
remz-i hikmet-i kâinat: kâinâttaki sebeplerin arkasındaki asıl hikmetler. Yaratılıştaki hikmetler, işâretler, şifreler.
remz-i hikmet: hikmet işâreti.
remz-i kudret: İlâhî kudreti gösteren işâretler.
remz-i ulvî: yüce işâret.
remzen: işaret yoluyla, remiz ile.
rencide: incinmiş, kırılmış.
rendelemek: yontmak, düzeltmek.
rengârenk: pırıl pırıl renklerle bezenmiş.
re's: baş.
resm-i geçit:geçit merâsimi, askeri bir kıt'anın veya bir okul talebelerinin gösteri mâhiyetinde geçişi.
resul: peygamber, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatle bir ümmete veya bütün insanlığa Allah tarâfından peygamber olarak gönderilen zat.
resul-i Ekrem: en şerefli elçi olan Peygamberimiz (a. s. m. ).
resul-i Kerim: Peygâmberimiz Aleyhissalâtü vesselam.
reşahat: reşhalar, sızıntılar, serpintiler.
reşahât-ı hidâyet: hidâyet sızıntıları.
reşahât-ı ihtiyar: istek ve. arzuyla dizilmiş damlalar, ayarlanmış sızıntılar.
reşha:sızıntı, serpinti, yaşlık, rutubetler.
reşha-misâl: reşha gibi.
revâbıt: bağlantılar, rabıtalar.
revâbıt-ı kevniye: kâinatla oları irtibatlar.
revâbıt-ı nizam: düzenli, muntazam bağlılıklar.
revaç: sürüm, kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
revak: binâ önündeki saçak, önü açık üstü kapalı yer.
revân:akıp gitmek. Yolculuk. Gidiş.
revâyih-i tayyibe:temiz ve güzel kokular.
revnâk:süs, parlaklık, göz âlıcılık, güzellik.
revnaktar: zinetli, göz alıcı bir parlaklık ve güzellikte, iyi, hoş, lâtîf.
reyhân: hoş ve güzel koku.
rezâil: rezillikler.
rezil: alçak, âdî, utanmaz.
Rezzak: bütün yaratılmışların rızkını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.
Rezzâk-ı Hakiki: herşeyin kendisine münâsip rızkını gerçek veren, Allah.
Rezzâk-ı Kerim:bütün mahlukata münâsip rızık veren ve bol ikram sahibi olan Allah.
Rezzâkıyet: rızık vericilik, Allah'ın her varlığa münasip rızık verici oluşu.
rıbh: kâr, kazanç, fâiz.
rıhlet: yolculuk, göç.
rızâ-i İlâhi: Allah'ın rızâsı.
rızık: Allah'ın, maddi ve mânevî ihsan ettiği her türlü nimet.
rızk-ı helâl: helâl rızık.
riâyet:yapma, uyma, gözetme.
ribâ: fâiz.
ricâ: ümit.
ricâl: adamlar, mevkî sahibi kimseler.
rikkat:acıma; incelik; yufka yüreklilik, yumuşaklık.
rikkat-i cinsiye:insanın kendi cinsinden olanlara (diğer insanlara) acıması.
risâle: mektup, küçük kitap.
Risâle-i Hamidiye: dinî Hüseyin-i Cisrî'nin en mühim eseridir. Türkçeye tercüme edilmiştir.
Risâle-i Kader: Kader Risâlesi.
risâle-i Arabiye: Arapça risâle.
risâlet: peygamberlik.
Risâlet-i Ahmediye: Peygamberimizin (a. s. m. ) peygamberliği
rivâyât: rivâyetler, hadîs olarak rivâyet edilenler.
rivâyât-ı ehâdisiye: Hadislerin rivâyeti. Hadislerin verdiği haber, müjde ve şifreli mânâlar.
rivâyet: Peygamberimizden işittiklerini veya Sahabeden duyduklarını, birisinin başkasına anlatması.
riyâ-yı mütecessid: cesed hâline girmiş gösteriş.
riyâ: özü sözü bir olmamak, inandığı gibi hareket etmeyiş, gösteriş, iki yüzlülük.
riyâkâr: gösterişçi, içi dışı başka olan.
riyâkârâne: gösteriş yaparcasına
riyâset: reislik, başkanlık.
romanvâri: roman gibi. Roman tarzında.
rovelver: tabanca, küçük silâh, toplu tabanca, altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca.
Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi. ve idâresi altında bulundurması vasfı
Rubûbiyet-i âmme: her şeyi terbiye edicilik, bütün varlıkları içine alan terbiye edicilik.
Rubûbiyet-i İlâhiye: Allah'ın terbiye ediciliği. Terbiye ve tasarruf-u İlâhî
rubûbiyet-i mevhume: yalancı ilâhlık.
Rubûbiyet-i mutlaka: her şeyde geçerli olan terbiye edicilik, sonsuz ve sınırsız rablık.
rubûbiyet-i mutlaka-i ilâhiye: herşeyin ilâhı ve ma'budu olan Allah'ın terbiye ediciliği.
ruh-u aslî: bir şeyin özü.
ruh-u beşer: insan ruhu, insan varlığı.
ruh-u fıtrî: yaradılışa uygun ruh.
ruh-u insâni: insan ruhu; insanın bizatihi kendisi, benliği, ruhu.
ruh-u kâfir: kâfirin ruhu.
ruh-u mânevi: mânevi ruh.
ruh-u Muhammediye: evliya kalplerinden daha lâtif, melâike cisimlerinden daha hafif ve parlayan yıldızlardan daha zarif Mi'rac sâhibi olan Hz. Muhammed'in (a. s. m. ) ruhu veya ruhaniyeti.
ruh-u mü'min: mü'minin ruhu.
ruh-u nurâni: nurânî ve aydınlatılmış bir ruh.
ruh-u şeriat: şeriatın özü, aslı, ruhu.
ruhâni: cisim olmayıp gözle görünmeyen cin ve melâike. gibi bir mahluk; ruhâ âit; ruhtan meydana gelmiş melek.
ruhâniyât: ruhâniler, cisim olmayıp gözle görülmeyen cin. ve melaike gibi mahluklar.
ruhâniyet: yalnız ruhtan ibâret olan şeyin hali, ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti.
ruhefzâ: ruhu okşayan. Ruha hoş gelen.
ruhen: ruh bakımından.
ruhsat-ı şer'iye: şeriatın izin ve müsaade ettikleri.
rumuz: işaret, remiz, ince nükte, mânâsı gizli olan işaret.
rumuz-u celâl: büyüklük işâretleri.
rumuzat: remizler, işaretler, ince nükteler.
rumuzât-ı neşriye: yeniden dirilişe işâret eden deliller.
rumuzat-ı hayatiye: hayatın işâretleri.
rüsul: resuller.
rutubet:yaşlık, ıslaklık.
ruy-i arz: dünya yüzü.
ruy-i zemin: yeryüzü.
ruznâme: günlük. Her gün kaydedilen.
rü'yet: görme; Cenâb-ı Hakkın cemâlini görme.
rü'yet-i cemâl: (Cenâb-ı Hakkın) güzelliğini görme.
rü'yet-i cemal-i İlâhî: Allah'ın güzelliğinin görünmesi.
rü'yet-i cemâl-i İlâhiye: Allah'ın cemâlinin görüntüsü.
rü'yet-i Cemâlüllah: Allah'ın cemâlini görmek.
rü'yet-i ilâhiye: Allah'ın cemâlini görmek.
rücu': geri dönüş.
rüçhân: üstünlük, öncelik, yükseklik.
rüçhâniyet: üstünlük, üstün oluş, daha mühim olma hâli.
rüesâ: reisler, başkanlar.
rükn (rükün): esas, şart, prensip.
rükn-ü iman: îmânın şartı.
rükn-ü îmâniye: imanın esâsı.
rükn-ü İslâm: İslâm'ın bir esası.
rükn-ü metin: sapa sağlam temel, dayanak.
rüku: Allah'ın huzurunda eğilmek, namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek.
Rüstem-i Sistâni: Şark edebiyatında. kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem.
rütbe: basamak, derece, mertebe.
rütbe-i kâbiliyet: kabiliyetin derecesi.
rütbe-i risâlet: peygamberlik rütbesi.
rütbeten: rütbece.
rüyâ-yı sâdıka: doğru olan rüya. Peygamberimizin (a. s. m. ) göründüğü rüya.
S:
Saad Taftazâni:. (M. 1322-1389) Horasan-Taftazan'da doğmuş eserleriyle İslâma büyük hizmetlerde bulunan kelâm alimidir.
saadât:saâdetler, mutluluklar.
saadet-i beşer: insanın mutluluğu.
saadet-i beşeriye: beşerin saâdeti, insanlığın mutluluğu.
saadet-i dareyn: iki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti.
saadet-i dünya:dünya mutluluğu.
saadet-i dünyevi: dünya saadeti.
saadet-i dünyeviye:dünya hayatındaki mutluluk.
saadet-i ebediye: sonsuz saadet; Cennet hayatı, ebedî Mutluluk.
saadet-i hayatiye: hayattaki mutluluk.
saadet-i lâyezâli: hiç bitmeyen mutluluk.
saadet-i uhreviye: uhrevî, âhiret saadeti, huzuru.
saadet-i uzmâ: en büyük saadet.
saadetâver: saadet verici. Saadetli.
saadetgâh: mutluluk yeri.
saadetkârâne: mutlu olarak.
saadetresân:saadete ulaştıran, saadet bulan.
saat-i hardal-misâl: hardal tohumu gibi bir saat.
saat-i icabe-i duâ: duânın kabul edildiği ve insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit.
saat-i Kıyâmet: kıyâmet vakti.
saat-i kübrâ:en büyük. saat.
saat-i uzmâ: büyük saat. Devirleri, dönemleri, ömürleri gösteren saat mânâsında İlâhi zaman dilimleri.
sabâvet: çocukluk.
sâbık: geçen geçen devre geçmiş, daha önce, önceki, evvelki.
sabıkan: bundan önce, evvelce, az önce geçtiği gibi.
sâbia: yedinci; sâdisenin altmışta biri.
sâbian:yedinci olarak.
sabiiyyun: itaattan ayrılmakla bâtıla meyleden; yıldıza tapan sapkınlar.
sabit:duran; doğruluğu ispatlanmış.
sabitiyet: mekân değişikliği, yer değiştirme.
sadâ:ses.
sadâ-i hâcet: ihtiyaç sesi.
sadâ-i hakiki:gerçek sahip.
sadâ-i ihtilâl: ihtilâlin sesleri.
sadâ-i semâvi: semâvî ses.
sadaka: Allah rızâsı için fakirlere verilen para, mal v. s. gibi şeyler.
sadaka-i azime: büyük sadaka.
sadakât:zekatlar, sadakalar.
sadâkat: tam ve mükemmel bağlılık; sağlam ve sarsılmaz kalbi bağlılık.
sadakte ve bil hakkı natakte: "Doğru söyledin ve hakkı konuştun" mânâsında söylenir.
sadakte: "Doğru söyledin", "Doğrudur", "Doğruluğunda şüphe yoktur. "
sadef: inci kabuğu, Şeffaf sert kabuk.
sâdık: doğru, doğru sözlü; bağlı
Sâdıku'l-Va'di-l Kerim: vaadinde, sadık ve ikramı bol olan Allah.
sâdise: altıncı; hâmisenin altmışta biri.
sâdisen: altıncı olarak.
saf: sıra sıra dizilmek.
safâ: eğlence, gönül şenliği, gönül rahatlığı ve sevinçli olma hali.
safâ ender safâ: safa içinde safâ.
safahât:safhalar.
saff-ı evvel: ön saffa, ilk safta bulunanlar, Çığır açanlar.
safha-i rengîn: güzel, hoş ve rengârenk sayfalar.
safha: aynı şey üzerinde görülen değişik hallerden her biri, kısım.
sâfi: saf, temiz, pâk, duru.
sâfiye: safi, temiz ve katışıksız, ter temiz olma.
safsata: yalan, uydurma, hezeyan, hakîkatte yanlış ve yalan olan kıyas.
safsatiyât: görünüşte düzgün, fakat gerçekte akıl dışı yalanlar.
safvet: saflık, temizlik, paklık, hâlislik.
sahâ-i ukbâ-i ferdâ: yarının, âkibetin sahası, mevkii.
Sahâbe: Peygamberimizi (a. s. m. ) sağ iken mü'min olarak görmüş ve mü'min olarak vefat etmiş olan erkek Müslüman.
sahâif: sayfalar.
sahâif-i âlem: âlem sahifeleri.
sahâif-i a'mâl: yapılan işlerin sayfaları.
sahâif-i arz: yeryüzü sayfaları.
sahâif-i ef'al: amel ve fiillerin kaydedildiği manevi ve itibari sayfalar.
sahâif-i leyl: gece sayfaları.
sahâif-i mevcudât: varlıkların meydana getirdiği sayfalar.
sahâif-i nukûş-u Sübhâniye: kusur ve eksiklikten münezzeh olan Allah'ın yarattığı nakışlar sayfası.
sahîfe: sayfa.
sahife-i âlem: âlem sayfası.
sahîfe-i a'mâl: amellerin sayfası; yapılan işlerin sayfası.
sahîfe-i Arz: dünya sayfası.
sahîfe-i âyât-ı tekviniye: yaratılışa ve oluşa âit ayet ve delillerin sayfası.
sahife-i fıtrat: yaratılış sayfası.
sahîfe-i hava: hava sayfası.
sahife-i havâiye: havaya âit sayfa.
sahife-i misâliye: asılların misâlleri. misali görüntüler
sahife-i semâvi: gök sayfası.
sahib-i âlem: bütün kâinatın sahibi olan Allah.
sahib-i kâinât: kâinâtın sahibi olan Allah.
sahib-i kemâlât: kemâlât sahibi, kâmil insan.
sahibi mertebe-i hilâfet-i arziye: yeryüzünde hilâfet mertebesine sahip insanoğlu.
sahib-i Mirâc: Mirâc'a çıkmaya nail olan Peygamberimiz (a. s. m. )
sahibü'l-yed: mal sahibi, malı elinde tutan kimse.
sahih: doğru, kusursuz, şüphesiz.
sâhir: sihir yapan.
sahrâ: büyük çöl, geniş saha, kır, ova.
sahrâ-i azime: büyük bir çöl ya da sahra.
sahrâ-i bedeviyet: bedevilik çölü, göçebe Arapların bulunduğu çöl.
sahrâ-i hâil: ürperti veren çöl, sahra.
Sahrâ-i Kebir: büyük çöl; Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.
sahrânişin: çölde oturan, sahrada hayat geçiren.
sahtekâr: sahte iş yapan, hilekâr, kalpazan.
sâik-i Hakim: her şeyi bir hikmet ile sevkeden Allah.
sâik-i şedit: şiddetli sebep.
sâika: yıldırım ateşi. Semadan gelen şiddetli ses; sevk eden, sürükleyen.
sâil: soru soran.
sâil-i misâlî: hayâl dâiresinde ve misâlî soran.
sâir: diğer, başka.
sakar: Cehennemin bir ismi.
sakf: hızla atmak. Sür'atle ahzetmek.
sâkıt: düşmek; düşüş
sakil: ağır, can sıkıcı, çirkin.
sakîm: hasta, keyifsiz. Sağlam olmayan.
sâkin: bir yerde oturan.
sâkit: sükût eden, susan.
salâbet: sertlik, katılık, sağlamlık.
salâh: bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık.
salâhat: dindarlıkta çok ileri olma. hâli, günahsız ve temiz oluş.
salât: namaz, rahmet.
salât-ı kübrâ: büyük namaz.
salât-ü selâm: Peygamber Efendimiz için yapılan rahmet ve selâmet duâsı.
salâvât: Peygamberimizin saadet, selâmet ve iyiliği için Allah'a duâ etme; "SallAllahü Aleyhi Vesellem," deme.
salâvât-ı tayyibe: Peygamberimiz (a. s. m. ) için yapılan temiz ve hoş rahmet duâları.
salâvât-ı şerife: Peygamber Efendimiz (a. s. m. ) için yapılan rahmet duâsı.
sâlih: dîne uygun. hayırlı fiil, iyi iş, işe yarar, uygun, elverişli, iyi; haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan.
sâlihat: dine uygun iyi işler.
sâlise: üçüncü; saniyenin altmışta biri.
sâlisen: üçüncü olarak
Sallâllahü Aleyhi Vesellem: Allah ona salât ve selâm eylesin.
saltanat: kudret, kuvvet, hâkimiyet, sultanlık.
saltanât-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusur ve eksikten münezzeh olan Allah'ın her şeye hükmeden saltanatı.
saltanât-ı azime: büyük sultanlık.
saltanât-ı insâniyet: insanlık saltanatı.
saltanât-ı külliye: her şeye hükmeden bir saltanat.
saltanât-ı Rubûbiyet: Allah'ın kâinatı terbiye ve idâre edicilik sıfatının saltanatı.
saltanât-ı şâhâne: mükemmel ve hayret verici saltanat-ı ilâhiye.
saltanât-ı Uluhiyet: ilâhlık saltanatı. Kâinatta şerik kabul etmez İlâhî saltanat.
saltanât-ı uzmâ:en büyük sultanlık.
saltanât-ı zâtiye: zâtın lâzımı olan ve hiç ayrılmayan saltanat.
Samanyolu: gökte sık yıldız ışıklarıyla hâsıl olan, yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.
Samed: her şey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah.
Samedâniyet: her şey kendisine muhtaç olduğu halde Allah'ın hiç bir şeye muhtaç olmaması.
Samediyet: herşeyin Cenâb-ı Hakkın kendisine muhtaç olması, fakat Cenâb-ı Hakkın. kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmaması.
Samediyet-i İlâhiyye: Allah'ın hiç bir şeye muhtaç olmaması, herşeyin Ona muhtaç olması.
sâmie:yüksek, yüce.
samimi: candan, gönülden, içtenlikle.
sâmine: sekizinci; sabiânın altmışta biri.
sanat-ı âliye: yüce sanat.
sanat-ı beşeriye: insan san'atı.
sanat-ı ecmel: en güzel sanat.
sanat-ı hârika: hârika san'at.
sanat-ı hat: hat sanatı. Yazı yazma sanat ve kâbiliyeti.
sanat-ı İlâhiye: İlâhî sanatlar, Cenâb-ı Hakkın yaratıklarındaki sanat.
Sanat-ı Rabbâniye: her şeyi kendi ölçüleri içerisinde terbiye eden Allah'ın sanatı.
sanaten:san'atça, san'at bakımından.
sanatkâr: sanatçı.
Sanatkâr-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve her şeyi san'atlı yapan Allah.
sanatkâr: sanatçı, usta
sanatkârâne: sanatlı olarak, özenip maharetle yapmak suretiyle.
sanatperver: sanatsever.
sanatperverâne: san'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek.
sanâyi-i garibe: görenleri hayrette bırakan san'atlar.
sanâyi-i beşeriye: insanın san'atları, insanların meydana getirdiği endüstri.
sanâyi-i garîbe-i sultâniye: hükümdara âit şaşırtıcı sanat.
sanâyi-i lâtife:güzel sanatlar.
sanâyi-i umumiye: herkesin istifâde ettiği san'atlar.
sandukça-i cevâhir: cevherler sandukçası.
sandukça-i uhrevi: bâzı kimselerin istikbalde karşılaşabilecekleri sıkıntılı durumlarda kullanmak üzere gelirlerini biriktirdikleri yardımlaşma sandığı gibi, insanın başına mutlaka gelecek olan âhiret halleri ve sıkıntıları için mânevî azık hükmünde olan namaz ve sâir ibâdetin yapıldığı yer.
sandukça: küçük sandık.
sanem: put, heykel.
sanem-misâl: put gibi.
sanemperest: putperest, puta tapan.
Sâni: san'atla yaratan.
Sâni': her şeyi sanatla yaratan Allah.
Sâni'-i Basir: her şeyi hakkıyla gören ve her şeyi sanatla yaratan Allah.
sâni'-i Hakîm: her şeyi faydalı, gâyeli ve sanatlı yaratan Allah.
Sâni'-i Hakim-i Zülcelâl: her şeyi bir izzet, heybet ve hikmet ile yaratıp, san'at ile donatan Allah.
Sâni'-i Kadir: her şeye gücü yeten ve her şeyi san'atlı yaratan Allah.
Sâni'-i Kadir-i Zülcelâl: büyüklük ve sonsuz kudret sahibi, her şeyi sanatlı yaratan Allah.
Sâni'-i Kâinat: kâinatı mükemmel bir san'atla yaratan Allah.
Sâni'-i Kerim: sonsuz ikram ve ihsan sahibi, her şeyi sanatlı yaratan Allah.
Sâni'-i Küll-i Şey: her şeyi san'atlı yapan Allah.
Sâni'-i Mevcudât: bütün mevcudatı san'at ile yaratan Allah.
Sâni'-i Mu'ciznümâ: mu'cize gösteren yaratıcı.
Sâni'-i Mukaddes: her türlü kusur ve noksandan münezzeh olan Yaratıcı.
Sâni'-i Vâhid: bir olan ve her şeyi san'atla yaratan Allah.
Sâni'-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve ikram sahibi, her şeyi san'atla yara-. tan Allah.
Sâni'-i Zülcelâl ve'l-ikrâm: sonsuz büyüklük ve ikram sahibi, her şeyi san'atla yaratan Allah.
Sâni'-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve her şeyi san'atla yapan Allah.
Sâni'-i Zülkemâl: sonsuz kemal sahibi. ve her şeyi san'atla yaratan Allah.
sâniiyet: ustaca ve tertipli yapıcı olma durumu.
sâniye: ikinci; dakikanın altmışta biri
sâniyen: ikinci olarak.
sarâhat: açıklık.
sarâhaten: açıkça.
saray-ı âlem: âlem sarayı, dünya sarayı.
saray-ı kâinat: kâinat sarayı.
saray-ı meşhure: meşhur saray.
saray-ı muhteşem: ihtişamlı saray.
saray-ı saadet: saâdet sarayı.
sarf: harcama, masraf, gider; (gramer)| bir dili meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinin türemesinden bahseden ilim dalı, kelime bilgisi morfoloji, fiil çekimlerini, isim ve fiil çeşitlerini öğreten ilim.
sarf-ı nazar: nazardan uzak, gözden kaçırma.
sarih: açık.
sarihan: açıklıkla, berrak bir şekilde.
sârikâne: hırsızcasına.
sarraf: sarf eden; cevherci, kuyumcu.
sath: bir şeyin dış yüzü, üstü.
sath-ı arz: yeryüzü.
sathi: derinliğine dalmadan, görünüşe göre, üst kısım, satıhta.
satır-ı nûrâni: parlak ve nurlu satır.
Satih: Hz. Muhammed'in (a. s. m. ) peygamber olacağını bildiren Arap kâhini.
savt: ses.
sa'y: gayret, çalışma, emek.
sa'y ü amel: çalışıp gayret etmek, çalışmak ve işlemek.
sa'y-i helâl: helal çalışma, helâl kazanç.
sa'y-i maddi: maddi çalışma.
sayhâ: çağrış, çığlık, feryad, nârâ; azap, eziyet.
sayhâ-i ihyâ: diriltici ses.
sebat: yerinden oynamamak, kararlı olmak.
sebeb-i azl: bir işten veya bir vazifeden uzaklaştırma sebebi.
sebeb-i hayat: hayata sebep olan.
sebeb-i hilkat: yaratılış sebebi.
sebeb-i husûl: meydana gelme sebebi.
sebeb-i istimrâr-ı zaman: zaman çarkının durmadan dönme sebebi.
sebeb-i kurbiyet: yakınlık sebebi.
sebeb-i kusur: kusur sebebi.
sebeb-i muhabbet: muhabbete, sevmeye sebep olan.
sebeb-i münâkaşa: münâkaşaya sebep olacak şey.
sebeb-i noksaniyet: hata, kusur, ayıp olmaya sebep.
sebeb-i tahakküm: hükmetmeye sebep olan.
sebeb-i vâhid: tek bir sebep.
sebeb-i vücud: varlık sebebi.
sebeb-i zuhur-u iktidâr-ı müsbete: müsbet olan iş ve icraatı meydana çıkaran sebepler.
sebebiyet: sebep olma, sebeplik.
sebike-i hak: hakkın derecesi, miktarı.
sebr ve taksim: mantıkta bir isbatlama usulüdür Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, birer birer illet olmaktan birer birer iptal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir.
sec'a: kuşların cıvıltısı gibi olan ses.
secâyâ-yı âliye: yüksek seciyeler. Yüksek ahlâkî değerler.
secâyâ-yı gâliye:çok kıymetli ve yüksek seciyeler, huylar.
secâyâ-yı hasene: güzel huy ve hasletler.
secâyâ-yı sâmiye: yüksek ve kıymetli seciyeler, hususiyetler, vasıf ar.
secde-i hayret: hayret secdesi, yaratıklardaki hârikalıkları görüp hayrete düşerek Allah'a yapılan. secde.
secde-i itâat: itaat secdesi.
secde-i kübrâ: en büyük secde.
seceât: kuşların ötüşleri, sec'aları; hâlindeki yazının kafiyeleri; belli bir ritim ve tempo ile çıkan sesler.
seciye: huy, karakter, güzel ahlâk.
Sedd-i Çin: Çin Seddi.
sed:tıkamak, kapamak, mâni olmak; baraj, perde, mânia; rıhtım; set, tümsek.
sefâhet:zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; akılsızlık edip sonunu düşünmeden, nefsinin lezzet alması için masraf etmek.
sefâhetkârâne:lüzumsuz yere masraf edercesine.
sefâlet:perişanlık, yoksulluk.
sefer-i imtihan: imtihan yolculuğu.
seferber: harbe hazırlık hâli.
sefih: helâl olmayan zevk ve eğlencelere düşkün, sefâlete düşmüş kimse.
sefil: sefâlet çeken, sıkıntıda olan
sefine: gemi.
sefine-i hayat: hayat gemisi.
sefine-i Rabbâniye: Rabbe âit gemi, Allah'ın yaratıklarını taşıyan gemi, dünya için kullanılan bir ifâde.
sefine-i sultâniye: hükümdarın gemisi.
sefine-i Sübhâniye: Cenâb-ı Hakkın bir gemi hükmündeki yaratıkları-yıldızlar ve gezegenler gibi.
sehâ: cömertlik.
sehâb: bulut.
sehâvet:el açıklığı, cömertlik.
sehâvet-i cud: cömertliğin cömertliği, kuvvetli cömertlik.
sehâvet-i mutlak:tam bir cömertlik; sonsuz cömertlik.
sehâvetkârâne:cömertçe, cömert olan zâta uygun şekilde.
sehâvetperverâne: cömertliği çok seven kimseye uygun şekilde.
seher: tan, sabah olmaya başladığı vakit.
sehergâh: tan yeri. Seher vakti.
sehhâr: büyüleyici, büyü gibi bir kuvvetle çeken, büyü yağan; çok. aldatıcı.
sehiv: hatâ, yanlışlık.
sehl: kolay.
sehl-i mümteni': edebiyatta "hem güç, hem kolay" mânâsına gelen bu tâbir yazılışı ve söylenişi kolay göründüğü halde, yapmaya kalkıldığında taklidi imkânsız olan eserler için kullanılır.
sekene: sâkinler, kalanlar, oturanlar, meskun olanlar.
sekene-i arz: dünyada oturanlar.
sekene-i habise: kötü ve pis sâkinler.
sekene-i zemin: dünya sâkinleri, dünyada oturanlar, yaşayanlar.
sekerât: ölüm ânı, can çekiştirme, ölmek üzere olan bir kimsenin kendinden geçmesi.
Sekkâki: (Hicrî| 555-626) Harzemli olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir.
selâmet: tehlikeden, korktuklarından ve kötülüklerden kurtulma; (edebiyatta) doğruluk, sağlamlık.
selâmet-i kalb: kalb selâmeti.
selâset-i lisân: dilin akıcılığı.
selâset-i nazm: Kur'an'ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, âhenklilik, rahatlık.
selâset-i ifâdedeki: akıcılık, açıklık, kolaylık ve rahatlık.
selb: zorla alma, kapma, ortadan kaldırma, giderme, izâle.
selef: evvelce bulunmuş olan, yerine geçilen.
selef-i sâlihin: ehl-i sünnet ve cemaatin ilk rehberleri.
selim: sağlam, kusursuz, refah ve selâmet üzere bulunan.
selîm halim: zararsız ve yumuşak huylu kimse.
selis: selâsetli, düzgün ve akıcı ifâde.
selm: barış, sulh.
selsebil: Cennette bir çeşme veya ırmak.
sem: zehir.
sem': işitmek.
semâ-i Kur'ân: Kur'ân'ın semâsı.
semâ-i risâlet: peygamberlik semâsı
gökler kadar yüksek peygamberlik makâmı. semâ: gök.
semâvât: gökler, gökyüzü.
semâvât kandilleri: gökteki yıldızlar.
semâvât-ı hakâik: hakikatlar semaları.
semâvât-ı latife: güzel gök âlemi. Uzayın güzelliği.
semâvi: Cenâb-ı Hak tarafından gönderilen, insan eseri olmayan, vahiyle gelen.
semek: balık.
semerât: meyveler, neticeler, faydalar, kârlar, menfaatler.
semerât-ı cüz'iye: azıcık meyveler, verimler.
semerât-ı ef'al: fiillerin neticesi.
semerât-ı hârika: hârika meyveler.
semerât-ı niam: nimetlerin neticeleri, meyveleri.
semerât-ı rahmet: rahmet meyveleri.
semerât-ı uhreviye: âhirete âit meseleler.
semere: netice; kâr, meyve.
semere-i âlem: âlemin meyvesi.
semere-i kâinât: kâinatın meyvesi ve neticesi.
semere-i Mîrac: Mi'rac'ın faydaları.
semere-i sa'y: çalışmanın meyvesi. Emeğin karşılığı.
semere-i şecere-i hilkat: yaratılış ağacının meyvesi.
semeredar: meyveli, güzel neticeler doğuran.
Semi: her şeyi işiten mânâsında Allah'ın bir ismi.
Semi-i Basir: işiten ve gören Allah.
Semi-i Mutlak: her şeyi işiten Allah.
semiâne: duyarcasına, işitir gibi.
semiz: iyi beslenmiş.
semm-i katil: öldürücü zehir.
senâ: methetmek, övmek.
senâkârâne:överek; senâ ederek.
senet: iki veya daha fazla kimseler arasındaki anlaşmayı belgelemek için karşılıklı imzalanan kağıt.
senevi: senelik, seneye âit ve ilgili.
ser: baş.
serâ: yer, toprak, arz, en alt, aşağı.
serâdan süreyyâya:yerden göğe.
serâir-i İlâhi: İlâhi sırlar.
serap: çorak yerlerde çölde sıcak ve ışığın tesiriyle, ilerde, yakında, yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.
serâser: baştan başa. Her taraf.
serasker: ordu kumandanı, komutan. Genelkurmay. Milli Savunma Bakanı.
serbestiyet: rahat ve serbest olma hâli, serbestlik.
serd-i kelâm: söz söylemek. Fikir beyan etmek
serdar: kumandan.
Serendip: Hindistan'ın güneyinde bir adanın ismi.
serfirâz: başını yukarı kaldıran, yükselten, benzerlerinden üstün olan.
serfüru: baş eğme, söz dinleme, itaat.
sergerdan: başı dönmüş, şaşkın, hayran.
sergüzeşt: mâcera,. baştan geçen haller.
sergüzeşt-i hayat: hayat mâceraları; hayat hikâyesi.
sergüzeşt-i hayatiye: hayat mâcerası, hayatta başdan geçenler.
seriü'z-zevâl: çok süratli bir şekilde yok olan.
seriû't-teessür: çabuk müteessir olan, hemen kırılıp üzülen.
serkeş: isyan eden, başıbozuk, dikkafalı.
serkeşâne: isyan edercesine, başıbozukçasına, dikkafalılık yaparcasına.
sermâye-i ömür: ömür sermayesi.
sermâye: ana para, mal.
sermed: ebedî, sonsuz, dâimi.
sermedî: ebedî, sürekli.
sermediyet: dâimîlik, süreklilik, sonsuzluk, ebedîlik.
sermediyet-i hâkimiyet: hâkimiyetin sonsuzluğu.
sermest-i câm-ı aşk: aşk kadehiyle başı. dönen; Allah aşkıyla kendinden geçen.
serrişte: başa kakmak; ipucu.
serseri: başıboş.
server: reis, baş.
serzâkir: zikredenlerin başı.
setr: örtme, gizleme.
sevâb-ı a'mâl: amellerin karşılığı.
sevâb-ı ef'âl: hayırlı fiiller, hizmetler, sevaplı işler.
sevad: karartı.
sevâd-ı âzam: insanların ekseriyeti.
sevap: hayır. İlâhî mükafatı kazandıran işler.
sevk:önüne katıp sürmek, yollamak, göndermek.
sevr: öküz.
seyahat:yolculuk.
seyahat-i cüz'iye: kısa zaman içindeki seyahat.
seyahat-i hayâliye-i fikriye: fikri ve hayali seyahat.
seyahat-i hayâliye: hayal ile yapılan seyahat.
seyerân (seyran): gezme, gezinme, bakıp görme, hareket etme; açılma, ferahlama, teferrüc.
seyl-i kâinat: kâinatın daimi olarak değişme, gelişme ve başkalaşma, bir hedef ve maksada doğru sevk olma hali.
seyl- mevcudât: akıp giden, değişen ve gelişen mevcudat.
seyl i şuunât: Cenâb-ı Hak'kın emir irade ve şuur adına dayanan, Onâ bakan, Ondan çıkan ve Ona akan.
seyl-i zaman: akıp giden zaman. Zamanın akışı.
seyr: hareket etme ve gezme.
seyr ü sefer: gidiş-geliş. Dolaştırma.
seyr ü seyahat: hareket etme ve gezme, yolculuk ve gezi.
seyr ü sülük: bir terbiye yoluna girip devam etme.
seyr ü sülük-u velâyet: bir velâyet tarikiyle (yoluyla) mânevi terbiyeye devam etmek.
seyr-i âfâki: tekâmül için. hariçten, afaktan delil ve vasıta getirme usulü.
seyr-i enfüsî: nefsin iç âlemindeki delil ve vasıtalarla tekâmül etme usulü.
seyr-i ûmumi: herkesi ilgilendiren bir yürüyüş ve yolculuk. Umumî ve geniş bir seyahat.
seyrangâh: gezinti yeri, gezilecek yer, muhteşem manzaralı yerler.
seyrangâh-ı dâimi: devamlı bir seyr ve gezme yeri.
seyyah:yolcu.
seyyâl: akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Yer değiştiren her şey.
seyyâlât-ı latife: hava; ısı; ışık ve elektrik gibi akıp giden güzel, hoş ve şeffaf varlıklar.
seyyâle: akıcı olan. Akıp giden.
seyyâle-i lâtife: nuranî, şeffaf veya elektrik gibi akıp giden.
seyyar: bir yerde durmayıp yer değiştiren; sabit ve devamlı olmayan.
seyyârât: gezegenler.
seyyâre: gezegen; gezen, dolaşan.
seyyiât: kötülükler, kötü ameller, günahlar, suçlar.
seyyid: efendi.
Seyyid-i Kerîm: ikram ve ihsan sahibi ve herşeyin efendisi olan Allah.
Seyyidü'l-Mürselin: gönderilen Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed (a. s. m. ).
seyyie: kötülük, günah, suç, fenalık.
sezâ: lâyık, münâsip.
sıbga: boya.
sıbga-i Rahmânî: Rahmânî boyalarla yapılmış İlâhi nakışlar.
sıddikıyet: doğruluk.
sıddikin: çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar.
sıdk: doğruluk.
sıdk-ı cenân: kalplerin sadık oluşu. Sadakatli kalpler.
sıfat: nitelik, vasıf.
sıfât: nitelikler, vasıflar.
sıfat-ı İlâhiye: Allah'ın sıfatları.
sıfat-ı irâde: Cenâb-ı Hak'kın emir ve iradesini bildiren, gösteren hal ve keyfiyet.
Sıfât-ı Kudsiye: Allah'ın mukaddes, temiz ve yüce sıfatları; acz, kusur ve noksanlıktan uzak, yaratılmışların vasıflarından uzak ve onlara benzemeyen mukaddes sıfat.
sıfât-ı mukaddese: mukaddes sıfatlar.
sıfât-ı muhita: her şeyi kuşatan sıfatlar.
sıfât-ı mutlaka: sonsuz ve sınırsız sıfatlar.
sıfat-ı seb'a: yedi sıfat.
sıfâti: sıfatlarla ilgili.
sığâr-ı nefis:kişinin küçüklüğü. Karakter bozukluğu.
sığâr-ı sahife: sahifenin küçüklüğü.
sıklet: ağırlık.
sıla-i rahm: hısım akrabayı ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme.
sır: gizli hakîkat, gizli iş, Allah'ın hikmeti.
sıravârî: sıra gibi, sıralı.
Sırat: Cennete gidebilmek için herkesin üzerinden geçmesi gereken ve Cehennem üzerinde kurulmuş köprü.
sırât-ı müstakim: Kur'ân'ın gösterdiği doğru yol.
sırr-ı hilkat: kâinatın yaratılış sırrı.
sırr-ı hilkat-i âlem: kâinatın yaratılış sırrı.
sırrı azim-i i'câz: mu'cizeliğin büyük sırrı.
sırr-ı azim: büyük sır. Kâinattaki İlâhî nizâmın sırrı.
sırr-ı câmiiyet: pek çok mânâ ve şeyleri içine almadaki gizlilik, maksat.
sırr-ı Ehadiyet: Allah'ın, her. bir varlıkta görülen birlik tecellîsinin sırrı.
Sırr-ı ehem: önemli bir sır.
sırr-ı gâmıza: ince sır. Anlaşılması zor mesele.
sırr-ı hikmet: fayda ve gâyenin sırrı.
sırr-ı hikmet-i hilkat: yaratılışın hikmet sırrı.
sırr-ı i'câz-ı Kur'ân: Kur'ân'ın ifâde üstünlüğü ve mucize oluşunu gösteren sırlar.
sırr-ı imtihan: bu dünyada her insanın karşı karşıya bulunduğu ilâhi imtihan.
sırr-ı inâyet: yardım sırrı.
sırr-ı insâni: insandaki "sır" denilen ve müşâhadetullahın mahalli bulunan kalpteki lâtîfe.
sırr-ı irşad: insanları hidâyete sevketme dâvâsı.
sırr-ı kader: kaderin sırrı.
sırr-ı lüzum: neden lâzım olduğu.
sırr-ı Mirac: Mi'racin gizli hakikatları.
sırr-ı teâvün: yardımlaşma sırrı.
sırr-ı teklif: insanların dünyaya gelip, Allah tarafından vazifelendirilmeleri sırrı.
sırr-ı tenâsülât: çoğalma, üreme sırrı.
sırr-ı teşri: şer'i kanunların sırrı.
sırr-ı tevfîk: bağdaştırılmasının sırrı.
sırr-ı ubudiyet: kulluğun sırrı.
sırr-ı Vahdet: birlik gerçeği. Allah'ın birliği hakikatı.
sîgâ: kip, fiilin çekiminden gelen şekillerden her biri.
sîmâ: yüz, çehre.
simâ-i mânevi: mânevi yüz.
sîne: göğüs, sadr, kalb.
sibâk-ı kelâm: bir şeyin öncelik hâli, birisinden ileri geçmek, bir şeyin geçmişi; bağ, bağıntı.
sibak-ı kelâm: sözün ilk hâlindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.
sicn (sicin): hapis, zindan.
Sidre: ağaca teşbih ile benzetilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.
Sidretü'l-Müntehâ: yaratıklarının ilminin ve amelinin kendisinde nihâyet bulup, içinde bulunduğumuz madde âlemi olan kevn âlemini sınırlandıran bir işâret; yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimizin (a. s. m. ) ulaştığı en son makâm.
sihir: büyü, büyücülük; büyü kadar tesirli olan şey.
sihirbaz: büyücü.
sikke: imza, damga' nereye ve kime âit olduğunun bilinmesi için konulan mühür.
sikke-i Ehadiyet: Allah'ın "her bir şeyde birliği tecellî etme" mânâsındaki sıfatını gösteren mühür.
sikke-i hâssa: özel mühür.
sikke-i i'câz: mu'cizelik mührü.
sikke-i kudret: kudret mührü.
sikke-i kübrâ-i Ulûhiyet: Allah'ın, herşeyin ilâhı olduğunu gösteren en büyük mühür.
sikke-i kübrâ-i Rahmâniyet: Allah'ın, "çok merhametli ve herşeyin münâsip rızkını verme" mânâsındaki sıfatını gösteren en büyük mühür.
sikke-i mahsusa:özel mühür.
sikke-i Rubûbiyet: Allah'ın 'Terbiye edicilik' sıfatını gösteren mühür.
sikke-i Samediyet:Cenâb-ı Hakkın, hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyin kendisine muhtaç olmaklığının mührü.
sikke-i şer'i: şeriatın mührü, damgası, tasdiki.
sikke-i 7evhid: Allah'ın birliğinin mührü, imzası.
sikke-i ulyâ-i Rahimiyet: Allah'ın "her şeye şefkat etme ve acıma" mânâsındaki sıfatını gösteren yüce mührü.
sikke-i uzmâ-i rahmet: rahmetin en büyük mührü.
sikke-i Vahdet: Allah'ın birliğini gösteren mühür ve damgalar.
sikke-i Vâhid-i Ehad: zâtı ve sıfatlarıyla tek olan Allah'ın mührü.
silâh-ı insani: insanın silâhı.
sille: tokat.
sille-i azap: azab tokadı.
sille-i tahkir: hakaret tokadı.
sille-i te'dib: terbiye etmek için tokatlamak, haddini bildirme tokadı, edeplendirme tokadı.
silsile: zincir.
silsile-i berâhin: deliller zinciri.
silsile-i cevâhir: cevherler zinciri.
silsile-i diyânet:dinî akım. Peygamberler vasıtasıyla.
silsile-i ef'al: zincirleme fiil ve hareketler.
silsile-i efkâr: fikirler zinciri.
silsile-i enbiyâ: peygamberler zinciri.
silsile-i esbab: sebepler zinciri.
silsile-i eşya: eşyanın birbirine zincirleme bağlılığı.
silsile-i felsefe: felsefe akımı.
silsile-i hakâik: gerçekler zinciri.
silsile-i hasenât: iyilikler ve güzellikler zinciri.
silsile-i hilkat-i kâinat:kâinâtın yaratılış zinciri, kâinâtın bir zincirin halkaları gibi kademe kademe yaratılışı.
silsile-i îcâz-ı i'câzi: bir zincir gibi peşpeşe gelen ve mu'cize olan veciz ifâdeler, mânâlar.
silsile-i ihsanât: İhsanlar zinciri, peş peşe yapılan iyilikler, bağışlar.
silsile-i kâinat: kâinâtın yaratılış zinciri, kainâtın bir zincirin halkaları gibi kademe kademe yaratılışı.
silsile-i mahlukât: varlıklar silsilesi.
silsile-i nur: nur zinciri.
silsile-i nübüvvet: peygamberlik zinciri.
silsile-i şuunât: hâdiseler zinciri, işler zinciri.
silsile-i tefekkür: tefekkür daireleri. Düşünce halkaları.
silsile-i vücud-u ilmi: ilmen var olma silsilesi.
simâh: kulak, kulak deliği.
sinema-i uhreviye: uhrevî sinema.
sinn-i kemâl: olgunluk çağı.
sinn-i teklif: insanın dinî emirleri yapmakla mükellef olduğu çağ; buluğ çağı.
sinn-i temyiz: Hak ile bâtılı farketme yaşı. Büluğ çağı.
sinnen: yaşça, yaş itibâriyle.
siper: arkasına saklanılacak şey, koruyan, mânia.
sirac: ışık; lâmba, fener.
sirâc-ı hakikat: hakikat lâmbası, nuru.
sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lâmba, itaatkâr lâmba
sirâyet: bulaşma, yayılmak, gelişmek.
sirkat: çalma, hırsızlık.
sitâyiş: överek.
sitâyişkârâne: överek.
siyak: söz gelişi, ifâde tarzı; üslub, tarz, yol.
siyâk-ı kelâm: sözün gelişi, sevk edilişi.
siyâset-i hâzıra: şimdiki dünyevî. siyâset.
siyâsiyyun: siyâsetle uğraşanlar, siyâsetçiler.
siyer: tarzlar, gidişler, yollar; mevzuu Peygamberimizin (a s. m. ) hayatı, ahlâkı, ve yaşayışı olan, onun gâyesi ve insanlığı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.
Sofestâi: Allah'ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden felsefe ekolü.
sofra-i erzâk-ı umumiye: herkesin istifade ettiği rızık sofrası.
sofra-i nimet: nîmet sofrası.
sofra-i Rahmân: Allah'ın ihsan ettiği sofra, sonsuz nimetler.
sofra-i Rahmânirrahim: acıyıp,. merhamet edip rızık veren Allah'ın nimet sofrası.
sohbet-i Nebeviye: Peygamberimizin (a. s. m. ) sohbeti.
sû-i âkıbet: kötü son.
sû-i edep: kötü edeb, çirkin. ahlâk.
sû-i fehm: kötü. anlayış, yanlış anlama.
sû-i ihtiyâr: irâdenin kötüye kullanımı, kötü istek, yanlış seçim yapma; hatâlı tercih.
sû-i istimâl: birşeyi kötüye kullanma.
sû-i mîzaç: kötü huy ve tabiat.
sû-i zan: bir kimse hakkında kötü düşünceye sahip olma, başkasının hareketini kötü zannetme.
suâl: istemek.
suâl-i azim: büyük soru.
suâl-i hâcet: ihtiyaç isteği;. ihtiyacını isteme.
suâl-i müşkül: en zor ve müşkül soru.
suâl-i vâhid: tek bir sual.
subh-u haşir: haşir sabahı. Öldükten sonraki diriliş sabahı.
subh-u Kıyâmet: kıyâmetten sonraki sabah.
sudûr: çıkma, meydana gelme, sâdır olma.
sudur-u gayr-i ihtiyâri: ihtiyarsız olarak meydana gelme.
sufüf-u ibâd: kulların safları, Allah'a ibâdet için saf saf olmuş yaratıklar.
suhre: zoraki iş gören, ücretsiz zorakî çalışan kimse.
suhuf: sahifeler; Âdem, Şit, İdris ve İbrahim (a. s. ) peygamberlere indirilen sahife şeklindeki kitaplar.
suhuf-u semâviye: semâvî sayfalar, bak. suhuf.
sukut: değerden düşme, düşüş, alçalış.
sukût-u mutlak: tam alçalış, tam düşüş; insanlıktan çıkma.
sukût-u ruh: ruhun alçalması.
sulh: barış.
sultan: hükümdar, saltanat sahibi.
sultân-ı azîm: büyük sultan.
Sultân-ı Cihan: cihanın sultanı olan Allah.
sultân-ı ervah: ruhların sultanı.
Sultân-ı Ezel: öncesi ve sonu olmayan ve hükmeden Allah.
Sultân-ı Ezel ve Ebed: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi Allah; ezel ve ebed sultanı Allah.
Sultân-ı Ezeli: varlığının başlangıcı olmayan ve her şeyi idâre eden Allah.
sultân-ı mu'cizekâr: mu'cize sahibi sultan.
Sultân-ı Mutlak: hâkimiyeti sınırsız sultan olan Allah.
Sultân-ı Sermedî: sonsuz hayat sahibi ve her şeyi idare eden Allah.
Sultân-ı Zîşân: şan sahibi sultan olan Allah. Şanı yüce olan Sultan. Allah.
Sultân-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve büyüklük sahibi herşeyin sultânı olan Allah.
sultân-ı Zîfünün: fenlerden anlayan, ilim ve fen sahibi.
sultân-ı zişan: şan sahibi sultan olan Allah.
Sultânü'l-Evliyâ: bütün evliyanın reis ve sultanı olan Hz. Muhammed (a. s. m. ).
sun': sanatlı iş; yapmak.
Sur: Kıyâmet gününde İsrafil'in (a. s. ) çalacağı, üfleyeceği boru.
Sür-u İsrâfil: İsrâfil isimli meleğin Kıyâmetin kopuşu esnâsında üflediği büyük boru.
sûre: Kur'ân-ı Kerîm'in 114 bölümünden her biri.
sûre-i azime: büyük sûre.
Sûre-i Amme: Kur'ân'ın 78. suresi olup 40 âyettir. Nebe' Sûresi.
Sûre-i Feth: Fetih Süresi. Kur'ân'ın 48. süresi.
Sûre-i İhlâs: İhlâs Süresi.
sûre-i izâ zülzileti'l-ardu: Zilzâl Sûresi.
sûre-i kul ya eyyühe'l kâfirün: Kâfirün Sûresi.
sûre-i Kur'âniye: Kur'ân'ın süresi.
Sûre-i Yâsin: Yâsin Sûresi.
sûret: resim, şekil, görünüş; biçim tarz; yol.
sûret-i bâsitâne-i zâhirâne: görünüşe göre ve basitçe bir şekil.
sûret-i câmia: çok şeylerle alâkalı ve çok mânâ ve özellikleri içine alan sûret.
sûret-i Dıhye: içi gibi dış görünüşüyle de oldukça güzel ve yakışıklı olan bir sahabenin sûreti.
sûret-i emir: emir şekli.
sûret-i fâniye: gelip geçici görünüş.
sûret-i hakiki: aslı, kendisi, bizâtihi. gerçeğin görünüşü.
sûret-i Hakimâne: hikmetli bir sûret, faydalı bir tarz.
sûret-i icmâli: kısa ve özlü bir şekil.
sûret-i insâniye: insan sureti. Normal bir insan şeklinde.
sûret-i intişar: yayılma şekli.
sûret-i istimâl: kullanma şekli.
sûret-i libas: elbise görüntüsü.
sûret-i muâmele: davranış şekli.
sûret-i mülevves: kirli ve pis sûret
sûret-i tagayyür: değişme şekli.
sûret-i tahakkuk: şeklen ve vücuden tahakkuk etmesi, ortaya çıkması.
sûret-i zâhiriye: dış görünüş.
sûret-i zaife-i vâhiye: çok zayıf işaret, anlayış ve maksatların sûreti. Zaif ve esassız görüntü. Yalancı bir düzen.
sûreten: sûret olarak, sûret itibariyle, görünüşte, sanki.
sûretperest: görünüşe, sûrete çok değer veren, resimleri çok seven ve tutkun olan.
sûrî: görünüşte; hakîki, ciddi ve samimi olmayan.
suûbet: güçlük, zorluk.
suûd:yükselmek, yukarı çıkmak, derece artmak.
suver-i Kur'âniye: Kur'ân'ın süreleri.
SübhânAllah: "Allah her türlü eksiklikten uzak ve bütün üstün sıfatlara sahiptir" demek; tesbih etmek.
sübut-u ilmî: ilmen sâbit olma, bir şeyi ilim olarak bilmek.
sübut: sabit oluş. Kesin olarak meydana çıkmak.
sübuti: sabit olan; müsbet.
sücud: secdeye varmak.
süedâ: saidler, Allah'ın rızâsına erenler, mes'ud olanlar.
süflî: aşağıda bulunan, alçak, âdi.
sûfliyet:aşağılık, âdilik.
Süfyân: âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs.
Süfyân İbn-i Uyeyne: (H|107-198) Yedi bin hadis hıfzedip nakleden, ikinci derecede tabiin olan, zâhid, müttaki ve sâlih bir zât.
suhûlet: kolaylık.
suhûlet-i beyân: açıklamanın kolaylığı.
suhûlet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık.
sühûfet-i mutlak: sonsuz kolaylık.
suhûlet-i mutlaka: sonsuz derece kolaylık.
sükûn: durgunluk, sâkin olmak, hareketsizlik; dinmek, kesilmek; bir harfin "a, e, i, ü" gibi sesli okunmayıp, yalnız kendi sesiyle okunması.
sükûnet: sâkinlik, durgunluk, rahatlık, hareketsizlik.
sükut: suskunluk, sessizlik.
sükut-u ecrâm: gök cisimlerinin sessizliği.
sülehâ: sâlih kimseler.
Süleymanvâri: Süleyman (a. s. ) gibi.
sülûk: belli bir gruba girme, bir yolu tâkip etme, bir tarîkata bağlanma, mânevî terakkî mertebelerinde devam etme.
salis: üçte bir.
sülüs-ü Kur'ân: Kur'ân'ın üçte biri.
sümme: sonra.
sünbül: başak.
sündûs·misâl: ipekten yapılmış bir kumaş gibi.
sünnet: Peygamberimizin (a. s. m. ) sözü, emri, fiili ve görüp de ses çıkarmayarak kabul ettiği şeyler.
Sünnet-i Seniyye: Peygamberimizin (a. s. m. ) sözlerine, emirlerine ve hareketlerine dâir en yüksek ve kıymetli haller, tavırlar, hareket düsturları.
sünnet-i dâimi: bitmeyen, devamlı ve doğru işleyen kânun.
sürat: hız.
sürat-i harekât: hareketteki sürat, sür'atli hareket.
sürat-i mutlak: sonsuz ve sınırsız sür'at, çabukluk.
sürat-i mutlaka: son derece hızlı.
süratli: çar çabuk.
Süreyyâ: Ülker (Pervin) yıldızı; yedi veya altı yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ay'ın geçtiği yerlere yakın görünürler.
sürür: neşe, sevinç.
sürür-u mesûdiyetkârâne: sürûr, sevinç ve saadet veren.
sütûn-u elmas: elmas gibi bir direk.
sütûn-u iman: imanın direği.
sütûr-u hâdisât: hâdiselerin satırları, mânâlı olaylar.
süveydâ-i kalb: kalbin ortasında var olduğu kabul edilen siyah nokta.
Ş:
şâşaa: parlama, zâhiri parlak görünüş.
şâşaa-i cemâl: parıltı, gösterişli güzellik.
şâşaa-i saltanat: şeref bulma, şerefli bir muhatabiyet. Şerefe mazhar olma.
şâşaa-i suriye: görünüşteki parlaklık.
Şâfî: şifâ veren Allah.
Şâfiî: Hicrî 150-204 yılları arasında yaşamış Şafii Mezhebinin imâmıdır; asıl ismi Muhammed bin İdris'tir.
şah: padişah. Sultan. Sahip.
Şâh-ı Geylâni: Kâdirî tarikatinin kurucusu,1166'da Bağdat'ta 90 yaşında vefât eden büyük bir İslam büyüğü.
Şâh-ı Nakşibend: Hicri 740-791 tarihleri arasında yaşamış, kendi adıyla anılan ve hafî zikre büyük ehemmiyet verilen Nakşî tarîkatının kurucusudur.
şahap: yıldızlardan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı.
şâhâne: şah gibi şaha yakışır surette; pek güzel, mükemmel, çok iyi.
şahap ( şihab): parlak yıldız, yıldızlardan fırladığı kabul edilen ve atmosfere girip bir anda kaybolan göktaşı.
şâhid-i âdil: adâletli ve doğru sözlü şâhid.
Şâhid-i Ezelî: ezelden ebede her şeyi gören ve her şeye şâhid olan Allah.
şâhid-i sâdık: doğru sözlü şâhid
şahik: yüce. Yüksek yapı.
şâhika:tepe, doruk, zirve.
şahmpâre: iç yağın bir parçası.
şahs-ı Âdem: Hz. Âdem'in şahsı.
şahs-ı farazi: bir şahıs farz ederek. Mânevî şahıs.
şahs-ı mânevî: bir şahıs olmayıp, kendisine bir şahıs gibi muâmele edilen şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar; belli bir kişi olmayıp bir cematten meydana gelen mânevî şahıs.
şahsî: şahısla ilgili ve şahsa âit.
şahsiyet: kişilik, (kişi mânâsına da kullanılır. büyük bir şahsiyet, tanınmış şahsiyet cümlesinde olduğu gibi. )
şahsiyet-i ademiyet: yokluğa âit
şahsiyet-i insâniyet: insanlık kişiliği.
şahsiyet-i mâneviye: manevi kişilik; mânen bir yerde bulunma.
şâibe-i taklit: taklid lekesi ve kiri, taklid pisliği ve kusuru.
şâika: şevkli, hevesli.
şâirâne: şâirce, şâire uygun şekilde.
şakî: haydut, yol kesen, eşkiyâ.
şâkir: halinden memnuniyetini bildiren; Allah'a şükreden.
şâkirâne: şükrederek.
şâkird: talebe.
şakk: bölmek, yarmak.
Şakk-ı Kamer: Peygamberimizin (a. s. m. ) bir işâretiyle ayın ikiye bölünmesi mu'cizesi.
şâmil: kaplayan; içine alan, ihtivâ eden, çevreleyen; fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.
şâmme: koklama duygusu. Burun.
şarab-ı muhabbet: sevgi, muhabbet şerbeti.
şârık: şarktan çıkan. Tulü eden. Parlayan.
şark: doğu.
şarlatan: yalancı, yüksekten atarak karşısındakileri aldatan; hayâsız.
şart-ı âdi: bağlılık gerekçesi sebebi. Daha büyük olan irâde-i Îlâhiyeye cüz'i irâdeyi bağlayan sebep.
şart-ı evvel: ilk şart.
şart-ı vücud-u küll:lâzım olan herşeyin olması şartıyla.
şâşaa: parlama, parlaklık.
şatahat:mânevî sarhoşluk.
şavk: ışık, parıltı.
şâyân-ı temâşâ: seyretmeye değer.
şâyeste: uygun, yaraşır, lâyık.
şe'n: birşeyin hususiyetinin fiilî tezâhürâtı, neticesi ve eseri; iş, gerek, tavır, hal.
şe'n-i Rubûbiyet: terbiye ediciliğin gereği.
şe'n-i zâtî: zâtın lazımı olan ve hiç ayrılmayan kabiliyet.
şe'n-i merhamet: merhametin gereği.
şeâir-i İslâmiye:islâma sembol olmuş iş ve ibâdetler.
şeâir: alâmet; İslâmın alâmeti olan şeyler-dinî kıyâfet, ezan, kurban gibi.
şebâbiyet: gençlik.
şebih: benzer, benzeyen.
şebnem: çiğ. Rutubet. Nem.
şebnem misâl: nem gibi. Rutubetli.
şecere: ağaç.
şecere-i âzam: büyük yaratılış ağacı.
şecere-i azime: büyük ağaç. Büyük silsile.
şecere-i bâkiye: bâkî olan ağaç, bâki ağaç.
şecere-i hayat: hayat ağacı.
şecere-i hilkat:yaratılış ağacı; kâinat.
şecere-i kâinat: kâinat ağacı.
şecere-i kudret: Allah'ın kudretiyle yarattığı ağaç.
şecere-i mel'une: lânetlenmiş, yasaklanmış Cehennem ağacı.
şecere-i meşhure: meşhur ağaç.
şecere-i nurâniye: nurlu ağaç, Tuba ağacı gibi.
şecere-i ömr:ömür ağacı.
şecere-i Tûbâ: Cennetteki Tûbâ ağacı.
şecere-i Tûba-i mâneviye: mânevi bir Tûba ağacı olan Mi'rac hakikatı.
şecere-i Tûba-i nübüvvet: Peygamberliğin nurani ağacı.
şecere-i Tûba-i nur: Cennetteki saâdet ağacı, dalları aşağıda ve kökleri yukarıda olan Tubâ-i Nur ağacı.
şecere-i Tubâ-i ubudiyet: nurânî kutluk ağacı, yapısı.
şecere-i uzmâ: en büyük ağaç.
şecere-i Zakkum: Cehennem ağacı.
şecere-i zihayat: hayat ağacı.
şecere-i hayretnümâ: hayret veren ağaç.
Şeddad: Eskiden Yemende çıkıp Allah'a isyan eden Ad kavminin padişahı olup, Gazab-ı İlâhi ile taraftarlarıyla birlikte yerin dibine batmış gark olmuştur.
şedîde: tecvidde| harf-i sükun ile ve nefesin hepsi haps olarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin asla okunmamasına denir; iki kısımdır| birinci kısım şedîde-i mechuredir ki, elif, bâ, cim, dal, tı harfleridir; ikinci kısım olan şehîde-i mehm(se ise, kaf ve tâ harflerinden meydana gelir.
şedit: çok şiddetli.
şefaat: bir kimsenin bağışlanması ve azâbının hafiflemesi için aracı olma.
şeffaf: ışığa meni olmayan, ışığı geçiren madde, saydam.
şeffâfât: şeffaf şeyler, saydam olanlar.
şeffâfiyet: şeffaf olma, şeffaflık..
şefik: çok şefkatli, merhametli, acıyan.
şefkat: karşılıksız sâfı sevgi besleme başkasının kederiyle alâkalanma, acıyarak merhamet etme.
şefkat-i rahimâne: tam ve mükemmel bir şefkat ve merhamet duygusu.
şefkatkârâne: şefkatlice, şefkat ederek.
şehâdât: şehâdetler, şehitlikler.
şehâdât-ı sâdıka: sadık ve doğru şâhitlikler.
şehâdet: şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen her şeyi kabul ve tasdik etme.
şehâdetmeâb: şehâdet dönüşü. Dönerek şehâdet etmek.
şehâmet: cesaretlilik.
şehbâz: beyaz doğan. Çevik ve cesâretli.
şehbâz-ı edvar pervaz: her devirde, her asırda uçarcasına hâkimiyetini kuran.
şehd-i şehâdet: bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti.
şehid: Allah yolunda canını fedâ eden Müslüman.
şehnâz: musikide ahenkli makam.
şehrâyin: şenlik.
şehr-i bîlezâiz: lezzetten mahrum şehir. Tadı kaçmış şehir.
şehr-i muhteşem: muhteşem şehir.
şehr-i püremvât: ölüler şehri. Ölülerle dolu şehir.
şehrâyin: şenlik; büyük hâkimiyet ve kuvvete âit sevinç, donanma.
şehrâyîn-i Rahmân: Rahmân olan Allah'ın şenlendirdiği şehir.
şehvâni: şehvetle ilgili, şehvete âit, şehvetten kaynaklanan, şehvete çok düşkün olan kimse.
şehvet: nefsin arzu ve istekleri, cinsî istek.
şek: şüphe.
şekâvet: her çeşit kötülük içinde olmak, belâ ve zillete düşmek; sıkıntı, mutsuzluk.
şekâvet-i ebediye: ebediyyen belâ ve sıkıntıya düşmek, kötülük. içinde olmak.
şekâvet-i uhreviye: âhirette kötü duruma düşme, mutsuz olma, âhirette belâ ve zillete düşmek.
şekl-i mahsus: en uygun ve yakışır bir şekilde.
şekl-i mânevi: mânevî şekil ve mâhiyet.
şekl-i umumi: genel hatları ile.
şekvâ: şikâyet, şikâyet etmek; sızlanmak.
şem: ışık.
şemâtetkârâne: başkasının başına gelene sevinircesine.
şemme: koklama, bir defa koklama.
şems: güneş.
şems-i Ehadiyet: herşeyin bütün olarak Allah'ı göstermesi güneşi.
Şems-i Ezel: varlığının başlangıcı olmayan ve ebediyyen var olan her şeyi nurlandıran Allah hakkında söylenen bir tâbirdir.
Şems-i Ezel ve Ebed: varlığının başlangıcı olmayan ve ebediyyen var olan her şeyi nurlandıran Allah hakkında söylenen bir tâbirdir.
Şems-i Ezeli: varlığının başlangıcı bulunmayan, her zaman var olan, sonsuz nur sahibi ve her şeyi nurlandıran Allah hakkında teşbihen kullanılan bir tâbirdir.
şems-i hakikat: hakikat güneşi. Gerçeğin tâ kendisi.
şems-i hidâyet: hidâyet güneşi.
şems-i kemâlât: kemâlât güneşi.
şems-i mu'cizbeyân: mu'cizeli beyan tarzı güneş gibi parlayan.
şems-i nübüvvet: peygamberlik güneşi.
Şems-i Sermed: "ebedî güneş" mânâsında olan bu tâbir, her şeyi nurlandıran Allah için teşbihen kullanılır.
Şems-i Sermedi: Vâcib-ül Vücud ve ebediyyen var olan her şeyi nurlandıran Allah c. c. hakkında teşbihen söylenen bir tâbirdir.
şemsü'ş-şümus: güneşlerin güneşi, en büyük güneş.
şenaat: fenâlık, kötülük, alçaklık.
şeni' : kötü, çok fenâ, çirkin, günahlı iş.
şer: kötülük, günahkârlık, iyi olmayan iş.
şer'i: şeriata âit, dîne uygun, İslâmi.
şer'-i enver: nurlu ve aydınlık saçan şeriat.
şer'-i tekvini: Yaradılış kanunları. Kâinat işleyişindeki ilahi âdetler.
şerâit: şartlar.
şerâit-i hayat: hayat şartları.
şerâit-i hayat-ı dünyeviye: yaşamak için gerekli şartlar. zaruri ihtiyaçlar.
şerâit-i hayat-ı şahsiye: şahsî hayatın şartları.
şerâit-i hayatiye: hayat şartları.
şerâit-i kabul: kabul şartları.
şerârât: parlak kıvılcımlar.
şerâret: şerlilik, kötülük, fenâlık.
şerâyi': şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri emirleri.
şerâyin: atardamarlar.
şeref-i insâniyet: insânlık şerefi..
şeref-i nev-i insan: insan nevinin şerefi.
şerh:açıklama, izah etme.
Şerhü'l·Makâsıd: kelâm ilminin büyük âlimlerinden Saadeddin-i Taftazâni'nin en mühim eseri.
Şerhü'l-Mevâkıf: kelâm ilminin önde gelen elimlerinden Seyyid Şerif Cürcani'nin mühim bir eseri.
şeriat:doğru yol hak din yolu, İslâm dini; İslam'ın bütün hükümleri.
şeriat-ı fıtrîye:yaratılış kânun ve kâideleri.
şeriat-ı fıtrîye-i kübrâ: Allah'ın tabiata koyduğu büyük kânun. Büyük yaratılış kânunu.
Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye: büyük, parlak ve nurlu İslâm şeriatı.
şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı.
şeriat-ı kübrâ: Allah'ın tabiata koyduğu büyük kânun.
şeriat-ı kübrâ-i İslâmiyet: büyük İslâm şeriatı.
şeriat-ı meşhure: bilinen İslâm şeriatı.
şeriat-ı tekviniye: Cenâb-ı Hakkın kâinatta koyduğu yaratılış kânunları.
şerid: zincir, halat.
şerif: şerefli.
Şerif-i Cürcâni: (Hi| 760-830) Astarâbad'da doğup. Mısır'da ders-i ilim görmüş ve Şiraz'da müderrislik yapmıştır.
şerik: ortak.
şerik-i Ulûhiyet: Yaratana ortaklık dâvâsı.
şerik-i saltanât-ı Rubûbiyet: terbiye edicilik saltanatının ortağı.
şerr-i cüz i: az kötülük, içinde az bir zarar ve fenâlık bulunabilen; hayra çevrilebilen küçük şer.
şerr-i hazin: üzüntü ve keder meydana getiren ser.
şerr-i kesir: daha büyük şer. Zarar ve fenalığı daha çok olan.
şerr-i mahz: sırf kötülük, yüzde yüz kötülük.
şerir:çok şerli, kötü, zararlı.
şeş: altı.
şeş cihet: altı yön, altı taraf.
şetm:sövmek, azarlamak, küfretmek.
şevâhid-i Vahdâniyet:. Allah'ın birliğinin şâhitleri.
şevk: çok istek, şiddetli arzu, neşe.
şevk ü cezbe: neşe ve Allah sevgisinden kendinden geçme.
şevk-i ebediyet: sonsuzluk şevki.
şevk-i itaat: severek itaat etmek, bir söze uymak.
şevk-i nefsâni: nefsin hoşuna giden, tahrik edici şeyler.
şevk-i sa'y: çalışma şevki.
şevk-i taklit: taklit etme, benzerini yapma arzusu.
şevk-i tenzili: Kur'ân'ın verdiği şevk.
şevkengiz: şevk verici istek, neşe dolu arzu.
şevket: kudret ve kuvvetten gelen haşmet, padişaha mahsus heybet ve saltanat.
şey-i zihayat: canlılar. Hayatta olanlar.
şey-i vâhid: bir tek şeyde, bir meselede, bir hususta.
şey'en: yavaş, ağır, âheste.
şeyâtin: şeytanlar.
Şeyh Said:13 Şubat 1925'te devrin hükümetine karşı doğu aşiret hareketine girişen doğu aşiret reislerinden biri.
Şeyh-i Geylâni: (Hi| 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî tarikatının kurucusu olan zâttır.
şeyhülislâm: Osmanlılar zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra en yüksek vazifeli şahıs.
şeytânât: şeytani şeyler, şeytancasına.
şeytâni: şeytanla ilgili ve ona âit.
Şık (Şıkk): İslâmiyetin zuhurundan bir müddet önce yaşayıp Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini bildiren kâhinlerden biri.
şıkk-ı muhâlif: muhalif şık, karşı şık.
şive: söyleyiş, tarz, ağız, üslup, edâ, naz.
şiâr-ı râz: gizli işâretler.
şiddet: sertlik, katılık.
şiddet-i galeyan: şiddetli coşup taşma.
şiddet-i harâret: sıcaklığın şiddeti, şiddetli sıcaklık.
şiddet-i ihtiyaç: ihtiyacın şiddeti, şiddetli ihtiyaç.
şiddet-i şefkat: aşırı derecedeki şefkat, acımak.
şiddet-i takvâ: Allah korkusunun nihayet derecesi.
şiddet-i tehdit: tehdidin şiddeti.
şiddet-i zaaf: dayanaksız; Şiddetli zaiflik ve acizlik. Nefse esaret.
şifre: gizli ve işâretle yazı usulü; herkesin yazamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü.
şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre.
şifre-misâl: şifre gibi.
şikâyât-ı Kur'âniye:. Kur'ân'ın şikâyetleri.
şikemperver: yemek tiryakisi, midesine düşkün.
şimâl: kuzey.
şimendifer: demiryolu katarı, tren.
şirin: tatlı.
şirk: Allah'tan başka ilâh tanıma, Ona ortak koşma
şirk-i azim: büyük şirk yolu.
şirkâlud: şirk karışmış, şirk bulaşmış.
şita: kış mevsimi.
şöhretperest: şöhreti seven, şöhret düşkünü, üne düşkün.
şöhretşiâr: şöhretli, şöhret sâhibi.
şuâ: bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışık hüzmeleri.
şuaât: şuâlar, ışık demetleri, parıltılar, nurlar, ışıklar.
şuâât-ı ayniye: gözün ışınlara benzetilmiş görme kâbiliyeti, göz feri.
şuâât-ı merhamet-i İlâhiye: Allah'ın merhametinin şuâları.
şuâât-ı rahmet: rahmet ışıkları, parıltıları.
şuarâ: şâirler.
şube: bölük, bölüm; dal, budak; bir merkezin kolu.
şuhud: görme, şâhit olma; şâhitler; görünecek halde şekillenmek; kâinatta Allah'ın varlık ve birliğini gösteren delilleri aynen seyretme, İlâhi ve gizli sırları yine Allah'ın izniyle görme.
şuhud-u kalbi: kalbin görme, şahit olması.
şuhud-u kevniye: yaratılışla birlikte var olan görme kabiliyeti
şuhud(: keşfe ve görmeye dâir görünebilir olana âit ve onunla ilgili.
ş(le: alev, ateş alevi.
ş(le-i hikmet: hikmetle, bir sebep ve kasıt ile teşkil edilen ışık, aydınlık.
ş(le-i mahiyet: mâhiyetinin parıltısı. İçteki aydınlık.
ş(lefeşân: ışık, nur fışkıran.
şu(n: işler, fiiller.
şu(n-u İlâhiye: Allah'a âit şenler; Allah'a âit çok yüksek ulvî kudsî, güzel mânâlardır ki, "lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" diye tâbir edilir; yâd edilmesine dînen izin olmayan bu şuunlar, kâinatta görünen aşk, ferah ve sevinçten nihâyetsiz derece daha yüksek, daha kudsî ve daha münezzehtir.
şuun-u mukaddese: kusur ve noksandan uzak şe'nler, keyfiyetler.
şuun-u münezzeh: insanların tâbir ve ifâde etmekten âciz kaldıkları Cenâb-ı Hakka âit işler, şuunlar.
şuun-u zâtiye-i Rabbâniye: Cenâb-ı Hakkın zâtında var olan kâbiliyet ve özellikler.
şuun-u zâtiye: zâtından ayrı düşünülemeyen ve zâtının gereği olan istidat ve kâbiliyet.
şuunât: şuûnlar; keyfiyetler, haller; emirler, kasıtlar, talepler; işler, hâdiseler.
şuunât-ı esmâ-i İlâhiye: Allah'ın isimlerinin gerektirdikleri ve talepleri; İlâhi işler, fiiller, hâdiseler. '
şuunât-ı hakîmâne: faydalı ve. hikmetli işler.
şuunât-ı İlâhiye: Allah'ın işleri, fiilleri, şuunları.
şuunât-ı kesire: pek çok haller ve işler.
şuunât-ı Rabbaniye: Allah'ın kâinatı idâre ve terbiye edicilik faaliyetleri.
şuunât-ı seyyâle: akıcı ve bir halde durmayan işler.
şuûnât-ı Ulûhiyet: Allah'ın büyüklüğünün tezâhürü olan emir ve faaliyetler.
şuunat-ı zâtiye: Zât-ı İlâhîyenin has işleri ve emir dâiresine âit kanunları.
şuur: anlayış, idrâk, bilme, farkına varma
şuur-u külli: küllî şuur.
şuurâne:anlayarak, bilerek.
şuurdârane:şuura dayalı, şuurlu.
şuurkârâne: bilerek, anlayarak, şuurlu bir şekilde.
şuvaz: kızgın, ateşli mâden, kızgın ateş.
şübeh:şüpheler.
şübehât: şüpheler.
şükr-ü külli: Allah'ın verdiği bütün nimetlere karşı şükretme.
şükr-ü mânevi: insanın âzâ ve âletlerinin şükrü, mânevî şükür.
şükran:teşekkür etmek, iyilik bilmek, minnettarlık.
şükür: Allah'ın verdiği nimetlere karşı memnunluk göstererek, teşekkür etmek.
şümul: kaplamak, içine almak.
şümul-ü hikmet: hikmetin her şeyi kaplaması.
şümûl-ü kudret: kudretin her şeyi kaplaması.
şümul-ü rahmet: rahmetin her şeyi içine alması.
şümul-ü tasarruf:tasarrufun her şeyi içine elması.
şümûl-ü tasarrufât:tasarrufların her şeyi kaplaması.
şümûs: güneşler.
şüphe-i tarik: şüpheli yol.
şürb: içme, içecek.
şürekâ: şerikler, ortaklar.
şüzûz: kâide ve kânun dışı kalmak, yalnız kalmak; karşı olmak, muhâlif olmak.
şüzüzât-ı kânuniye: kânunun istisnâları, kânunun genel hükümlerinin dışında kalanlar, kâide dışı olanlar.
T:
taaddüd-ü ezvâc: çok evlilik, bir kaç kadınla evlilik hâli.
taaddüd-ü merkez: merkezin bir kaç tane olması.
taaddüt: çoğalma, birden fazla olma, tekessür etme.
taaffün: kokuşma, bozulma, çürüme.
taahhüt: bir işin yapılması için birine söz verme, üzerine alma; garanti verme, teminât.
taakkul:akıl erdirme, zihin yorarak anlama, hatıra getirme.
taallûk: alâkalı oluş, bağlılık, münâsebet.
taallüm: ilim edinme, öğrenme, ders okuyarak öğrenme.
taam: yemek, yiyecek, gıdâ.
taammüm: umumîleşme. Umumun bilgisinde olma.
taarruz: sataşmak, ilişmek, saldırmak.
taarrüf: kendini tanıtmak; marifet bulmak.
taassub-u mezheb: mezheb ya da grup taassubu.
tâat: itaat etme, söz dinleme, ibâdet.
taayyün: meydana çıkma, belirlenme.
taayyünât-ı itibâriye: indi İlâhide ve ilm-i İlâhi'de bir şeyin var olup henüz şeklen ortaya çıkmamış olması.
tab': basma, baskı.
tabaka: kat.
tabaka-i avâm: halktan ilmi irfanı kıt olanların tabakası.
tabaka-i azîme: büyük kat.
tabaka-i hâkimiyet: hâkimiyet derece, mertebe ve merkezleri.
tabaka-i hayat: hayat tabakası
tabaka-i hükümet: hükümet tabakası.
tabaka-i insâniye: insanların bulundukları yerler. İnsan toplulukları.
tabaka-i mesturiyet: örtülmüşlük tabakası.
tabaka-i muazzama: muazzam tabaka.
tabaka-i Tevhid: tevhid tabakası.
tabaka-i turâbiye: toprak tabakası.
tabaka-i ûlâ: birinci tabaka.
tabakât: tabakalar, katlar, makâmlar.
tabakât-ı âliye: yüksek tabakalar, katlar.
tabakât-ı beşer: beşer tabakaları.
tabakât-ı beşeriye: sosyal sınıflar, tabakalar.
tabakât-ı cemâl: güzelliğin dereceleri.
tabakât-ı ehl-i kemâl: kemâl sâhibi insanların tabakaları.
tabakât-ı evliyâ: velilerin tabakaları.
tabakât-ı hitâbiye: hitâp tabakaları.
tabakât-ı hükümet: hükümetin muhtelif dâireleri.
tabakât-ı hüsün: güzelliklerin dereceleri.
tabakât-ı kâinat: kainatın muhtelif tabakaları.
tabakât-ı kelâmiye: bir sözün tabakaları, içine aldığı çeşitli mânâlar.
tabakât-ı kesret: kalabalıklar tabakası. Kalabalık aşağı tabaka.
tabakât-ı kümmelin-i insâniye: insanların tekâmül dereceleri.
tabakât-ı mahlukat: yaratıkların mertebe, derece ve tabakaları.
tabakât-ı mevcudât: varlıkların tabakaları, dereceleri, grupları.
tabakât-ı ömr-ü insan: insan ömrünün tabakaları; çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi.
tabakât-ı sıfât:sıfatların tabakaları.
tabakât-ı umum: bütün tabakalar.
tabâkât-ı vücud: icad olunan eşyanın tabaka ve dereceleri.
tabâyi: tâbi olanlar, uyanlar.
tabâyî-i esâsiye: temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaratılışlar; toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen, ·karbon, azot gibi unsurların özellikleri.
tâbi: uyan, itaat eden.
tâbi': tab eden. Basan.
tabiat: canlı-cansız varlıklar.
tabiat-ı insâni: insanoğlunun yapısı ve fıtratı.
tabiat-ı müessire: tesir sahibi tabiat.
tabiatperest: kâinattaki varlıkların ve hadiselerin fâili olarak tabiatı kabul eden, Allah'a inanmayan, tabiatçı.
tabiî: fıtrî, doğal, normal.
tâbiin: Peygamberimizi (a. s. m. ) sağ iken görmüş olan mü'minlerle, yâni sahabilerle görüşmüş ve onlardan ders almış olan salih Müslümanlar.
tabiiyyun: tabiatçılar; tabiatın her şeyi yaptığını kabul ederek Allah'a inanmayanlar.
tâbir: yorumlamak, yorum, ifâde anlatma, söz, mânâsı olan söz, deyim, terim.
tâbir-i sarfiye: sarf deyimi. (bak. sarf)
tâbirât: tâbirler, deyimler, sözler.
tabla: içinde ufak tefek şeyler satmak için elde veya başta taşınan tepsiye benzeyen kap.
tabla-i erzak: erzak tablası.
tabla-i nimet: nîmet tablası.
tablacı: yiyecek sunan, takdim eden.
tabur: bölüklerden teşekkül eden bir askeri birlik.
tabur-misâl: tabur gibi.
tabut: ölen birisini mezara kadar taşımak için kullanılan dört kulplu tahta sandık.
tâcil: çabuklaştırmak, acele ettirmek.
tâciz: huzursuz etmek, sıkıntı vermek, rahatsız etmek, canını sıkmak; âciz etmek, âciz görmek.
tâdâd: sayma, sayıp dökme, sıralama, birer birer söyleme.
tâdil: değiştirme, düzeltme, yok etme.
tâdil-i erkân: namazın bütün rükünlerini, esaslarını usulüne göre yerine getirmek.
tafsil: aslına zarar vermeden değiştirmek.
tafsil: ayrıntılarıyla anlatmak, bildirmek, açıklamak, etraflı olarak, daha teferruatlı.
tafsil-i mâhiyet: mâhiyetin ayrıntılı olarak anlatılması.
tafsilât: açıklamalar, etraflı bilgiler, izahlar.
tafsilin: etraflıca bilgi vererek; teferruatlı tarzda.
tagaddi: gıdalaşmak, gıda almak.
teganni: muhtaç olmamak, kâfi bulmak, zengin olmak, şarkı söylemek, bir ibareyi makamla okumak.
tâği: azgın, azmış, âsi.
tâğut: insanları Allah'a karşı isyana sevkeden isyankar her bâtıl mabud, şeytan; İslam'dan önce Kâbedeki putlardan birinin ismi.
tağyir: değiştirme, başkalaştırma, bozma.
tahabbüb: sevgi göstermek, muhabbet beslemek.
tahakkuk:delil ile ispat edilme, gerçekleşme.
tahakkuk-u vücud: varlığın gerçek olduğu.
tahakküm: zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı.
tahakkümi: mânâsız ve olmayan bir şeyi dâvâ etmek.
tahallük: ahlâklanmak.
tahallül: içine girme; hulül etme, sızma.
tahallül-û bürudet: buzlanmanın çözülmesi. Buzun erimesi.
tahammül: sabretme, kâtlanma, dayanma; yüklenme, kaldırma.
tahannün:şefkat etme, çok istekle sızlanma, meyl ve muhabbet.
taharet: temizlik.
taharri: araştırmak.
taharrük: hareketlenmek, kımıldamak, hareket etmek.
tahassun:sığınma.
tahassüngâh:sığınma yeri, sığınak.
tahassür: hasret çekmek, elde edilmesi istenen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek.
tahattur:akla gelmek, hatırlamak.
Tahattur-u hükm-ü şer'î: dinî hükmün hatırlanması.
tahavvül: bir halden diğer bir hale geçme, değişme, dönüşme, değişiklik.
tahavvülât: tahavvüller, bir halden diğer hâle geçmeler, değişiklikler.
tahavvülât-ı zerrât: zerrelerin hareket ve faaliyetleri, vazifeleri.
tahayyül:hayal etme hayâle getirme; fikir kurma, hayalde canlandırma.
tahayyül-ü kütür: küfrü hâyâl etmek.
tahayyül-ü şetm: sövmeyi hayal etmek.
tahayyüz:yer tutmak. Bir cismin uzayda yer alması.
tahdid-i kayd: bağın sınırlaması.
tahdit: sınırlama, sınırlandırma.
tahiyyât: selâmlar, duâlar, mânevî hayat hediyeleri.
tahiyyât-ı mâneviye: mânevî hayat hediyeleri; mânevi selâm ve duâlar.
tahiyyât-ı muayyene: belirlenmiş, tesbit edilmiş selam ve duâlar.
tahiyyat-ı mübareke: mübârek selâmlar, duâlar ve mânevî hâyat hediyeleri.
tahkîk: doğru olup olmadığını araştırmak, veya doğruluğunu yanlışlığını ortaya çıkarmak, incelemek, iç yüzünü araştırmak.
tahkikât: araştırmalar, hakikati ve doğruyu öğrenmek için yapılan incelemeler.
tahkik( iman: İmâna dâir bütün meseleleri inceden inceye araştırarak ve ispatlarını öğrenerek meydana gelen sağlam ve sarsılmaz îman.
tahkir: hakâret etme, hor görme, küçük görme, horlama, aşağılama.
tahlil: müşkül bir meseleyi halletme; değerlendirme; ayırma, ayrılma.
tahmidât: tahmidler, Allah'ı övüp hamdetmeler, "Elhamdülillâh" demeler.
tahmil: yükleme.
tahmidât-ı Rabbâniye: bizi idâre ve terbiye eden Allah'a yapılan hamd ü senâlar.
tahmini: tahminle ilgili ve tahmine dâir.
tahribât: yıkımlar, bozmalar, harap etmeler, yok etmeler.
tahrif: harflerin yerlerini değiştirmek, bozmak, kalem karıştırmak.
tahrifât: bir şeyin aslını bozmalar, değiştirmeler.
tahrik: harekete geçirme; kışkırtma.
tahrim: haram kılma. Yasaklama.
tahrip: yıkma, bozma, harap etme, yok etme.
tahrir: yazmak.
tahsis-i taabbüd: kulluğu sadece. bir kimseye âit kılmak.
tahsil: gelir elde etme, hâsıl etme, elde etme, meydana getirme, kazanma.
tahsin: beğenmek ve alkışlamak güzelleştirmek, iyi ve güzel bulmak
tahsinât: alkışlamalar, beğenmeler.
tahsis: bir kimseye ve bir şeye âit kılma; bir şeye veya bir kimseye bir özellik kazandırma.
tahşid: yığma, toplama, biriktirme, kuvvetlendirme, destekleme; siper olma, yardım etme.
tahşidât: toplamalar" yığmalar, bir şeyin üzerinde fazla durmak.
taht: alt, aşağı; hükümdarların oturduğu büyük koltuk.
taht-ı Belkıs: Süleyman (a s. ) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerilerden bir kraliçe olan Belkıs'ın tahtı.
taht-ı emir: emir ve irâde altında.
taht-ı emr: emir altında; Cenâb-ı Hakkın zatına mahsus emir dâiresi.
taht-ı hükm: hüküm ve idâre altında.
taht-ı nezaret: nezâret ve gözetim altında.
taht-ı riyâset: başkanlık altı.
taht-ı saltanat: saltanât tahtı; hükmetme makâmı.
taht-ı tasarruf: idâre ve tassarrufta bulunma tahtı.
taht-ı tasdik: tasdik tahtı.
taht-ı tedbîr: idâre ve terbiye altı.
tahte'l-arz: yerin altı.
tahte'l-bahir: denizaltı gemileri.
tahte'z·zemin: zemin altı. Yeraltı.
tahtiyet: alt taraf, altta oluş.
tahvil: değiştirme, çevirme.
tahvil-i mekan: mekân değişmesi. Başka bir mekâna geçmek.
tahvilat: değiştirmeler, halden hale getirmeler.
tâife: kavim, kabîle, millet, topluluk, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
tâife-i mahlukat: yaratıklar tâifesi.
tâife-i nisâ: kadınlar tâifesi, hanımlar grubu.
takaddüs: çok temiz olmak, mukaddes olmak, kusur ve eksikten beri olmak
takarrüb: yaklaşma.
takarrür: yerleşme, kararlaşma.
takat: güç, derman, kuvvet.
takattür: damlamak, damla damla olmak.
takayyüd: kayıtlı olma hâli.
takbih: çirkin görmek beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
takdir-i İlâhiye: Allah'ın takdiri, Allah'ın programlaması.
takdîs: mukaddes (kudsi) bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
takdisat: Allah'ın kusursuz ve her bakımdan eksiksiz olduğunu bildirmeler, söylemeler.
takdim: sunma, sunuş
takdir: kıymet vermek; değerini, lüzumunu anlamak; İzn-i ilâhî ile bir nizam verilmesi.
takdirkârâne: takdir ederek.
takliden: taklit ederek.
taklil: azaltma, azaltılma, indirme; azlık.
taklidi îman: başkalarını taklit ederek meydana gelen, az şüphelere bile dayanamayan îman
taklit: benzetmeye ve benzemeye çalışmak, benzerini yapmak, birine benzemeye çalışmak.
taklitgâh: taklit yapılan yer.
takrib: yaklaştırma.
takrîben: yaklaşık olarak.
takrir: iyi ifâde etmek, bildirmek ağzından anlatmak, yerleştirmek, kararlaştırmak, yerini belirtmek.
taksim: bölmek, paylaştırmak, kısımlara ayırmak.
taksimât: bölmeler, kısımlara ayırmalar.
taksimü'l-a'mâl: işbölümü.
takvâ: bütün günahlardan kendini korumak, dinin yasak ettiğinden veya haram olduğundan şüphe edilen şeylerden çekinmek.
takvâ-i kâmile: Allah korkusuyla yaşayıp emir ve yasaklarına harfiyyen uymak.
takvîm: düzeltme, doğrultma, kıvamına koyma, eğriyi doğru tutma, ta'dil etme, bir şeye kıymet tâyin etmek; zamanı, mühim günleri;gösteren; kısa bilgiler ihtivâ eden liste.
takviye: destekleme, kuvvetlendirme.
talâk: boşamak, nikâhlı karısını bırakmak.
tâlân: yağma, birisinin malının herkes ,tarafından kapışılması.
taleb-i hakikat: hakîkati isteme, arzu etme.
taleb-i Rü'yet: Allah'ı görmeyi istemek.
taleb-i tezyin: süsleme isteği.
talep:istek.
tâlib-i hakikat: gerçeği arayan, hakikate talib olan.
tâlik: asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zaman bıraktırmak.
tâlim:eğitim, öğretim.
tâlim-i esmâ: isimleri öğretmek.
tâlim-i nazariyât: teorik bilgileri öğrenme.
tâlimât: tâlimler, eğitimler; bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
tâlimgâh: eğitim alanı.
talimgâh-ı beşer: insanların eğitim gördüğü yer.
tâlip: isteyen, talep eden. , arzulayan
tallük:bağlılık, münâsebet.
taltif:lütuf ve ihsanda bulunma; ödüllendirme.
taltifât:taltifler, lütufta bulunmalar.
tâmim: umumileştirme, herkese duyurma.
tansif:yarı yarıya bölmek, ayırmak.
tanzir:benzetme. Benzetilme. Sızma, sızıntı.
tanzim: nizâma sokma, düzene koyma, sıralama, düzenleme.
tanzimât: düzenlemeler, tanzîm etmeler.
târümâr: dağınık, karmakarışık, perişan
taraf-ı ilâhi: Allah tarafı.
taraf-ı muhâlif: muhâlif taraf.
tarafgir: taraf tutan.
tarassud: gözetleme.
tarassudât-ı semâviye: rasathânelerle gökleri inceleme.
tarâvet: tazelik, körpelik.
tarâvettar:taze, eskimemiş, tazece.
tard: kovma.
tarfetü'l-ayn: göz yumup açma.
tarik:yol, tarz, usul, vâsıta, meslek.
tarîk-ı cehriye: açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarîkat.
tarik -ı iman: iman yolu.
tarik-ı isyan: isyan yolu.
tarîk-ı kemâlât: olgunlaşmanın yolu.
tarik -ı Kur'ân: Kur'ân yolu.
tarik-ı Nakşî: şeyh Bahaûddin Nakş Bendi nâmındaki büyük bir velinin kurduğu ve daha çok gizli zikre dayanan tarikat.
tarik-ı ubudiyet: kulluk yolu.
tarik-ı uhrevî: âhiret revakı, âhirete açılan yer, mezar.
tarikat: yol, mânevi yol; kalbi dünyanın fani işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak.
târif: bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp tanıtmak; tanım.
târifât:târifler, tanıtmalar.
tarih-i beşer: insanlık tarihi. tarih-i hayat; hayat tarihi.
tarihçe-i hayat: biyografi, hayat tarihi, bir kişi veya varlığın var oluşundan ölümüne kadar geçirdiği hadiseler toplamı.
tarihvâri: tarihe benzer, tarih gibi.
tarraka: gümbürtü.
tarz: usul, yol, şekil, üslûp.
tarz -ı beyân: açıklama şekli.
tarz -ı hayat: hayat tarzı.
tarz -ı hayat-ı içtimaiye: içtimâî hayat tarzı.
tarz -ı ifâde: anlatım şekli.
tarz -ı maişet: yaşama tarzı, geçim şekli, çalışma biçimi.
tarz -ı nazar: bakış tarzı.
tarz -ı tesbihat: tesbihat usulü, Allah'ı tesbih etme şekli.
tarz-ı teşkilât: meydana gelme tarzı.
tarz-ı tezkir: hatırlatma, anlatma tarzı.
tarz-ı vahdet: birleştirilmiş, yek vücud olmuş hal.
tarz-ı vazife: vazifenin tarzı.
tasaffi: saflaşma, temizlenme, durulaşma.
tasallüb: sertleşme. Kuvvetlenme
tasallut: birini rahatsız etme, musallat olma, hükmü altına girme, tahakküm.
tasannu: yapmacık hareket, zorla bir şeyi daha iyi göstermeye çalışma.
tasannuâ: yapmacık hareketler.
tasarruf: birşeyin sahibi olup idâre etme, mülkünü istediği gibi kullanma.
tasarruf-u İlâhi: Allah'ın idâresi ve faaliyeti.
tasarrufât: tasarruflar, idâreyle kullanmalar
tasarrufât-ı azime: büyük tasarruflar.
tasarrufât-ı azime-i bahariye: bahar mevsimindeki büyük tasarruflar, icraatlar, faaliyetler.
tasarrufât-ı azime-i yevmiye: her gün meydana gelen büyük icraatlar, İlâhi faaliyetler.
tasarrufât-ı celâliye: Allah'ın celâl sıfatının tezâhürü olan icraatlar.
tasarrufât-ı gaybiye: gaybî tasarruflar.
tasarrufât-ı hakimâne: hikmetli tasarruflar.
tasarrufât-ı İlâhiye: Allah'ın kudretiyle yaptığı işler, fiiller, tasarruflar.
tasarrufât-ı kudret: Cenâb-ı Allah'ın kudretiyle istediği işi gördürme.
tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah'ın kudretiyle yaptığı işler, fiiller, tasarruflar.
tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret. verici ve düzenli olan tasarruflar, işler, fiiller.
tasarrufât-i Rabbâniye: her şeyi terbiye eden Allah'ın irâdesi ve kullanma
tasarrufât-ı Rub(biyet: Allah'ın, Rab olması itibâriyle yaptığı tasarruf ve irâdeler.
tasavvur: birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
tasavvur-u dalâlet: sapıklığı tasavvur etmek.
tasavvur-u vahiy: vahyi düşünmek.
tasavvur-u zevâl: yokluğunu tasavvur etme
tasavvurât: düşünceler.
tasavvurât-ı insâniye: insanın fikir ve düşünceleri tasavvurları.
tasavvuren: tasavvur olarak, zihinde tasarlamak suretiyle.
tasdik: onaylama, doğrulama.
tasdik-ı akli: aklın kabul edip doğrulaması.
tasfiye: sâfîleştirme, arıtma, arındırma, temizleme
tashih: düzeltmek. Yanlışlardan arındırmak.
tâsia: dokuzuncu; sâminenin altmışta biri.
taslit: birine başka birini bela etmek, sataştırmak.
tasniât: düzmeler, uydurmalar, yakıştırmalar.
tasrif: istediği şekilde kullanmak ve idâre etmek.
tasrif-i hava: havanın idaresi ve kullanılması.
tasrih: belirtmek, açık açık anlatmak.
tasrihât: açık açık anlatmalar, îzah etmeler.
tasvip: uygun ve doğru bulma.
tasvir: bir şeyi söz veya yazı ile ifade etmek, bir şeye şekil vermek; bir şeyin özelliklerini anlatarak, gözönünde canlandırma.
tasvirât: tasvirler.
tatbik: yerine getirme, îfâ etme.
tatbik-i amel: amelin tatbiki, uygulaması.
tathir: temizleme, yıkayıp pâk etme.
ta'til: çalışmaya ara vermek, izine başlamak, kesmek, muattal bırakmak; Allah'ın sıfatlarını inkâr etmek.
tatlik: boşamak, nikâh feshetmek.
tatmin: iknâ etmek, doyurma, ihtiyacını karşılama.
tatminkâr: doyurucu, yeterli.
tâun: vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık; salgın hastalık.
tâun-u mânevi: mânevi bir vebâ.
tavaggul: fazla meşguliyet, çok uğraşmak.
tavâif-i mevcûdât: eşyanın, mevcudatın türleri, nevileri; çeşitleri.
tavassut: aracılık, vâsıtalık.
tavattun: vatan tutmak;. yer edinmek, kalmak.
tavla: zar ve pullarla. oynanan oyun, kumar; ahır.
tavren: hareket olarak, davranış olarak, tavırla.
tavsif: vasıflandırma, birşeyin içyüzü ve özelliklerini anlatma.
tavsifât:tavsifler, vasıflandırmalar.
tavsifât-ı Rabbâniye: Cenâb-ı Hakkın vasıflandırarak bahsetmesi.
tavus: çok süslü bir kuş.
tavzif: görevlendirme, vazifelendirme.
tavzih:açıklamak, izah etmek.
tayerân (tayrân): uçmak, uçuş.
tâyin:yerini belli etmek; belirli kılmak.
tâyinât: askerde herkese verilen belirli rızık.
tayr-ı müsebbih: tesbih eden kuş.
tayy: sarmak, dürmek, atlamak, üzerinden geçmek.
tayy-ı merâtib: mertebe ve dereceleri atlayarak, kestirmeden.
tayyâre: uçak.
tayyâre-i beşer: insanın yaptığı uçak.
tayyâre-misâl: uçak gibi.
taayyün: meydana çıkına, belirleme
taz'îf: iki kat etmek, kat kat etmek, arttırmak, bir kat daha arttırmak, çoğaltmak.
tazammun: içinde bulundurma, içine alma, kapsamak, ihtivâ etme, muhit olma.
tazarrû: yakarış, kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevâzu ile Allah'a yalvarma.
tazarrukârâne: yalvarıp yakararak.
tâzib: acı çektirme, sıkıntı verme, azap çektirme, incitmek
tâzim: hürmet, büyük saydığına gösterecek sûrette güzel muâmelede bulunma.
tâziyâne-i tâzib:acı çektirmenin eziyetlicesi.
tazyik: daraltmak, sıkıştırmak, sıkıntı ve ıztırab vermek, zorlama, baskı.
tazyikât: sıkıştırmalar, zor durumda bırakmalar.
tazyikât-ı dünyeviye: dünyadaki baskılar,. zorlamalar, sıkıntılar, sıkıştırmalar.